İzmir'de Son Dakika

Cumhuriyet’i daima yüreğimde taşıdım..

Hangi gazetede çalışırsam, o gazetenin ilkelerine, yayın yörüngesine, ülkülerine fazla bağlanmadan, patron katına kendimi aşırı kaptırmadan sadece işimi yaptım.
Cumhuriyet’i daima yüreğimde taşıdım..
Haberler / Genel
29 Nisan 2025 Salı 08:43

Hangi gazetede çalışırsam, o gazetenin ilkelerine, yayın yörüngesine, ülkülerine fazla bağlanmadan, patron katına kendimi aşırı kaptırmadan sadece işimi yaptım.

Gazetecilik yapmak zorundaydık..

Başka işe yaramazdık..

Bu bakımdan gazetecilik yaptık.

Demokrat İzmir’e, Yeni Asır’a, Hürriyet’e ve diğer çalıştığım yayınlara hiç ihanet etmedim..

Ancak yüreğimde hep Cumhuriyet’i sevdim, saydım..

O gazete de tıpkı Yeni Asır gibi tarihi bir gazeteydi.

Cumhuriyet’i Atatürk kurdurmuş ve desteklemişti.

Yunus Nadi kökenden Atatürkçü idi..

Bu yüzden.. Bizim gibilerin alnına da, ister Pravda’da çalışmak, ya da New York Times’te ekmek parası kazanmak kazınmış olsa ise, yürek derinliğinde Cumhuriyetçi olmak gerekirdi..

Cumhuriyet’te hiç çalışmamış olsak bile, bu böyleydi..

Orası İlhan Selçuk ve yoldaşlarının vatanıydı..

 

2019 Caddebostan Kültür Merkezi.. Ulusal Kurtuluş Sergimin ve panelin hatırası.. Yaşar Aksoy, Sinan Meydan, Alev Coşkun, Prof.Zafer Toprak, Mehmet Ali Güller.

 

İlhan Selçuk, Hikmet Çetinkaya ve Cumhuriyetçiler

Yüzbaşı Selahattin’in yoldaşlarından birisi de İlhan Selçuk’tur. İlhan Selçuk, İzmir Kitap Fuarları sürecinin ilk sayfasında, ilk gün, ilk konuşmayı yapan kişidir. Onu öncelikle Yüzbaşı Selahattin ile tanırım. Kitapların dünyasında ilerlerken Türk romanının öncelikli yapıtlarından “Yüzbaşı Selahattin’in Romanı”nı iyi tanımamız gerekir.

“Yüzbaşı Selahattin’in Romanı”, İlhan Selçuk tarafından kaleme alınarak yayına hazırlanan bir Kurtuluş Savaşı belgesel romanıdır. “Selahattin Yurtoğlu” isimli bir yurtsever Türk subayının hatıratının roman sayfalarına dönüştüğü bu iki ciltlik 1973 basımı yapıt, Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı” romanının 1968’de Yunus Nadi Armağanı’nı kazanmasıyla başlayan bir sürecin sonunda gün yüzüne çıkmıştır.

Cengiz Yurtoğlu, armağanın ilan edilmesinden sonra İlhan Selçuk’a telefon ederek, Yorgun Savaşçı romanında babası Yüzbaşı Selahattin’in de anlatıldığını ve bu iki yurtsever subayın arkadaş olduklarını; Selahattin Yurtoğlu’nun özellikle 1894-1921 yıllarını ve daha sonrasını kapsayan aile tarihi yazımının, Balkan, 1.Dünya ve Kurtuluş Savaşımıza büyük ölçüde ışık tutacağını belirtir.

Hatırat, İlhan Selçuk’un eline geçer geçmez romanlaştırılmaya başlanır, geçmişte yaşanmış inanılmaz bir tarih, hatıratın sayfalarında saklıdır. Yazar onu hızla kaleme alarak bir roman formu içinde estetize eder. “Kurtuluş Savaşı Edebiyatı”mızın temel romanlarından biri olan “Yüzbaşı Selahattin’in Romanı” böylece okuyucu ile buluşur.

1894 doğumlu Selahattin Bey, Edirne Askeri İdadisi ve Harbiye eğitiminden sonra fırtınalı bir yaşama savrulur. İtalyan Savaşı, Balkan Savaşı, İran ve Kafkas cepheleri, Irak cehennemi, Bağdat savunması, Bakü’nün zaptı, bu genç subayın kaderini ve daha geniş çapta da İmparatorluğun kaderini yakıp kavurur.

20 Aralık 1914’te İstanbul’dan 20 yaşında bir teğmen iken Turan’ı fethetmeye çıkan Selahattin Bey, 5 Şubat 1919’da 25 yaşında bir yüzbaşı olarak yanmış ve yıkılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun başı önüne eğik başkentine (payitaht!) döner. Dört ay, bu esir edilmiş şehirde acılar içinde kıvranarak yaşar ve Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak basışından iki gün sonra, 21 Mayıs 1919’da Anadolu’ya geçerek, alevler içinde başlayan Anadolu İhtilali’ne, yani Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılır.

 

İlhan Selçuk’un son sözü

Tipik bir Kurtuluş Savaşı kahramanı olan Yüzbaşı Selahattin’in hikayesinin anlatıldığı romanın sonunda, İlhan Selçuk bir “Son Söz” yazarak, hem tüm kurtuluş savaşı yurtseverlerinin ruh dünyasını hem de kendi kişisel yurtseverliğinin derinlerdeki ipuçlarını sergilemiştir.

Bu son söz, İlhan Selçuk’un makalelerinde ve konuşmalarında her an tekrarladığı şaşmaz ve dinmez anti-emperyalizminin örnek metinlerinden biridir:

“.. Yüzbaşı Selahattin, bir çağ değişimini kişiliğinde yaşamıştır, umutla, acıyla, korkuyla, yüreklilikle, bilinçle, bilinçsizlikle.

Yüzbaşı Selahattin küçük iken sandala binmekten korkardı, keleklerle nehirleri aştı Bağdat’ı kurtarmak için. Gizli ödeneklerin yüz binlerce altın lirasını elinde tuttu, ama sonunda parasız kaldı, karısını hastaneye yatırıp ameliyat ettirmek için dürbününü satmaya kalktı. Yüzü açık kadın görmekten ıstırap duyardı gençliğinde, ama eşine kaç göç uygulamadı.

Savaşlara girdi çıktı, ölümlerden kurtuldu, insanlar öldürdü gözünü kırpmadan, sonra eşinin ölümünde yıkıldı, bitti; yüreğinden vuruldu en büyük duygusallıkla. Turan’ı kurtarmak istedi, Anadolu’nun kurtulamayışını yaşadı ölünceye dek. Yenilginin romanını yazdı bir ömür boyu.

İtalyan Harbi’nde yenildi, Balkan Harbi’nde yöneldi, sonra “Payitahta”a dek uzanan bir çöküntünün acısını tattı. Birinci Dünya Savaşı’nda İran içlerinden Dilman’dan, Irak cephesinde Bağdat’tan, Kafkasya’da Bakü’den yenile yenile çekildi Mütareke İstanbul’una.

Turan’ı kurtarayım derken Türkiye’yi yitirmişti.

Anadolu’ya geçti bu kez.

Ve sonunda kurtuldu Anadolu.

Ne var ki, Yüzbaşı Selahattin, kurtulmuş sandığı Anadolu’nun kurtulamayışını da gördü. Emperyalizm asker giysilerini çıkarmış, sivil giyinip kravat takarak gelmişti bu kez. İlk bakışta görünmeyen ve tanınmayan bu düşmanın pençesinde kıvranıyor, bir türlü kurtulamıyor, çağdaşlaşamıyordu Türkiye.

Yüzbaşı Selahattin, 1956 Mayısında öldüğü gün, ülkenin petrolleri, madenleri, bankaları, dış ticareti yabancıların denetimindeydi. Ve Anadolu’daki yabancı üslere Türk generalleri, Amerikalı Albay izin vermeden giremiyorlardı.”

 

Bir destan, üç roman

6 Temmuz 2010 Salı günü sabahı, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’nı birkaç gecedir hiç uyumadan, kim bilir kaçıncı kez bitirdim.

Bu roman, Filistin cephesindeki subay arkadaşlarının “Cehennem Topçu” dedikleri Yüzbaşı Cemil’in anlatıldığı Kemal Tahir’in kaleminden çıkma “Yorgun Savaşçı” romanıyla, başlangıç bölümünde Şehit Gazeteci Hasan Tahsin Bey ile yurtsever bir genç olan Yusuf’un İzmir’in işgalinden bir gece önce Maşatlık Tepesi’ndeki konuşmalarıyla başlayan Samim Kocagöz’ün “Kalpaklılar ve Doludizgin” romanıyla ve Nazım Hikmet’in tüm Türkiye halkının şanlı direnişini anlatan “Kuvayı Milliye Destanı” ile birlikte edebiyatımızda “Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş ruh ve bilincini” yaratan temel yapıtlardan biriydi.

Ben bu buluşmaya, bir konuşmamda “Bir destan, üç roman” dememiş miydim?

“Bir Destan, Üç Roman” kavramı, bu ülkenin ulusal kurtuluş bilincini ilk planda sergileyen bir öncü bireşimdir. Ulus olmanın, devrimci olmanın, başı dik halk olmanın, Emperyalizme teslim olmamanın, her şeyin çürüdüğü küresel saldırıda dimdik ayakta durabilmenin temel dinamiklerini günümüzde bile aşılayan bir direniş cephesidir, bu edebi eserlerin toplamı veya buna benzer ürünler.

Şu ülkenin acı talihine bakın ki, Kuvayı Milliye Destanı, Nazım’ın Ankara Merkez Cezaevi, İstanbul Tevkifhanesi, Çankırı, Bursa ve Üsküdar Cezaevlerinde, 1938-50 arasındaki 12 yıllık mahpusluğu esnasında kaleme alındı. Yorgun Savaşçı romanı ise Kemal Tahir’in 12 yıl yattığı hapislik günlerinde yazıldı, filmi ise 10 yıl yasaklı ve yakılı kaldı.

Kemal Tahir ilk eşi Fatma İrfan’a 10 Aralık 1938 yılında hapishaneden gönderdiği mektupta şöyle demişti:

“-1938’de Cumhuriyet Ordusunu isyana teşvik etmek cürmü ile hapse tıkılan Kemal Tahir’in Türk İnkılabına dair en kuvvetli eseri yazması, tarihte pek garip olacak.”

Bu cümle Nazım’ın Kuvayı Milliye Destanı’nı hapiste bitirdiği 1939 yılı Şaban ayında, destanın sonuna düştüğü nota da gönderme yapar:

“.. Bu katliamda hürriyetimi ve ekmeğimi kaybettiğim oldu. Fakat hiçbir zaman açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden güneşli elleriyle kapımızı çalan gelecek günlere emniyetimi kaybetmedim. Ve bundandır ki ben hücremde bu sabah yaklaşan bir müjdenin davetiyle uyanıyorum. Ve bu nikbinliğin verdiği hakla bu destanı yazmakla büyük, doğru ve mükemmel bir iş yaptığıma inanıyorum”.

Sevgili Samim Kocagöz de yaşamı boyunca rejim tarafından sevilmemiş, desteklenmemiş, hep kösteklenmişti, ama bu acıları hep içine atarak mütevazi yaşamında onurundan asla ödün vermedi.

Kurtuluş Savaşı’nı edebiyat aracılığı ile tarihe geçirenlerin ortak kaderi bu muydu?.

Yüzbaşı Selahattin’in yazarına Ziverbey işkencehanelerinde ve Ergenekon İddianameleri’nde reva görülen eziyet, iftira ve saldırılar, ne hukuka, ne demokrasiye, ne de ulusal duyguya yakışmıyordu. Bilmem anımsanır mı, sağcı General De Gaulle 1968 öğrenci direnişini yazılarıyla ve eylemiyle destekleyen Sartre’ın tutuklanmasını isteyenlere karşı çıkmış ve “Sartre, Fransa’dır!” demişti. Bilmem bunu hiç duymuş mudur savcı beyler?.

 

Her şey çürümüş

Bir sabah bunları düşündükten sonra çıkıp bakkaldan “Cumhuriyet” ve ekindeki CD’yi aldım. İlhan Selçuk’ un Ergenekon İddianamesi’ni hukuk açısından çöpe gönderen incelemesini okudum, iddianamenin 1757-59 sayfalarındaki Ulusal Kurtuluş ve Cumhuriyet Aydınlanması’nı mahkum eden iddiaları perişan ederek, “Bu Cumhuriyet Savcılığı Değil” şeklindeki sonuç cümlesini ürpererek beynime kazıdım.

Sonra gazetenin ekinde verilen Ümit Zileli’nin hazırladığı “İlhan Selçuk’un Sesinden Türkiye ve Dünyaya Bakış” isimli CD’lerinin birincisini yine hüzün ve keyif karışımı bir duygu ile defalarca dinledim.

Sonuç olarak şunu düşündüm. Yüzbaşı Selahattin’ler, “Her şey çürümüş” diyerek Anadolu’ya geçmişlerdi. İlhan Selçuk da, Silivri için “Her şey çürümüş” diyordu.

Bu çürümüşlük, yalnızca Silivri’yi kapsamıyordu, tüm ülkeyi kapsıyordu; şehit acıları, yoksulluk, işsizlik, umutsuzluk ve dış komplolarla yarınına korku ile bakan, bölünmeden daha kötüsü “yutulma” dehşeti ile içi titreyen halkı, vahşi bir küresel saldırı çepeçevre sarıp sarmalamıştı.

İlhan Selçuk, Ziverbey’den Silivri’ye, 1970’lerdeki Madanoğlu Davası’ndan 2010’lardaki Ergenekon Davası’na, haksız ve acımasız biçimde Emperyalizm’in maşaları tarafından yargılanırken, daima Yüzbaşı Selahattin’in bir yoldaşı, bir silah arkadaşı olmanın bilinciyle her zaman, her yazısında, her konuşmasında, her tavrında Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızdan, Kemalizm demek olan Aydınlanma Devrimi’mizden ve Türk halkının Emperyalizme karşı birliği ve cephedaşlığından yana olmuştur.

Ölümünden sonra ne yazık ki ismi Çetin Altan’la yan yana anılmasına rağmen, Altan’ların tam tersinedir, tam karşılarındadır, tamamen yurtseverliğin zirvesindedir. Onların Taraf’ında değildir. Ve hiçbir zaman olamaz.

 

Emperyalizme karşı olmak

Bakın İlhan Selçuk 19 Nisan 1998 günü ne yazmış?

“- PKK politikayı silahla yürütmeye çabalıyor.

Sivilin, kadının, çocuğun, yaşlının, kundaktaki bebeğin üzerine doğrultulmuş silah, alçaklığın vurucu gücünü simgeler.

Medyada çok akıllı, fikirli ve de kurnaz entellerimiz var, bunlar sürekli insanlıktan, barıştan, hoşgörüden söz açarlar; ama bir kez bile PKK’nın canavarlıklarını kınamaya dilleri varmaz.

Oysa PKK yalnız kan dökmüyor;

Güneydoğu’da Kürt’ün demokratik yoldan haklarını savunmasına ipotek koyuyor.

İç politikadan silah ve dincilik kalkacak.

Kalkmazsa demokrasi olmaz.”

İlhan Selçuk’un 1980 sonrası yakın tarihimiz açısından en önemli mesajı, PKK’ya teslim olmamak, tam aksine direnmek üzerinedir. İlhan Selçuk, anti-emperyalist derin sezgileri ile PKK’nın ve Ortadoğu’da kurulması arzu edilen büyük Kürt devleti projesinin, Irak’ın parçalanmasından sonra gerçekleştirilecek bir “Amerikan Emperyalizmi Projesi” olduğunu, yer aldığı çevrede ilk kez kavramıştır, bu bölücü, kıyıcı, halkları birbirine düşürücü şeytani operasyona hayatının sonuna kadar karşı çıkmıştır. Bu geleceğimizin kurtarılmasında hayati derecede önemlidir.

Ya tersi olsaydı?. İlhan Selçuk bile, ileri yaşında kimileri gibi Amerikan Emperyalizmi’ne teslim olsaydı? Olamazdı!. Yüzbaşı Selahattin’lerin yoldaşlarına, silah arkadaşlarına bu ihanet yakışmazdı. İlhan Selçuk, ulusal kurtuluşçu bir yurtseverin yapabileceğinin hepsini en sonuna kadar yaptı.

Doğu’nun bilgelik geleneği ile Batı’nın aydınlanmacı ilericiliğini, bir Hacı Bektaş tevazuu ve bilincinde buluşturdu, Emperyalizme olduğu kadar dünyayı mahveden Kapitalizme de akılla ve yöntemle karşı çıktı, hiçbir zaman yenilmeyen ve yurtseverlik davasından hiç vazgeçmeyen bir inanç sergiledi. Bir kez daha, yeni bir kurtuluş savaşını başarabilirsek, inanın ki, cephede onun yazıları okunacaktır. İlhan Selçuk’tan, geleceğin Türk yurtseverlerinin öğreneceği çok dersler vardır.

Ona “İlhan ağabey” diyenleri kıskanmışımdır.

Çünkü onunla bir kez tanıştım, ama hiç konuşamadım.

Yüzbaşı Selahattin’in vuruştuğu cephe boylarında, bu tür yurtseverlerin ateşini yüreğinde hissetmek yeter de artar bile! (Not: İlhan Selçuk’un tüm yazılarını okuyabilirsiniz: www.cumhuriyet.com.tr)

Şimdi Cumhuriyet gazetesinde İlhan Selçuk’un hayatında önemli bir yeri olan gazetenin eski genel yönetmeni Hikmet Çetinkaya dostumu anlatayım.

 

Cumhuriyet Ege Bürosu

1980’li yıllarda Hikmet Çetinkaya, Cumhuriyet gazetesi İzmir Bürosu’nun müdürüydü. Çelik gibi bir muhabir ve yazı kadrosu vardı. Celal Başlangıç, Mustafa Balbay, Hakan Kara, Türey Köse, spor muhabiri Nüvit Tokdemir, Asuman Abacıoğlu, Ümit Otan ilk aklıma gelen isimler. Daha sonra büronun müdürü sevgili dostum Serdar Kızık oldu. Sevgili Mete Kızık da bu büronun elemanlarındandı.

Yunus Nadi’nin Atatürk’ün emriyle kurduğu ve daha sonra oğlu Nadir Nadi’nin devam ettirdiği Cumhuriyet gazetesi bana göre ülkenin en saygın yayın organı olduğuna göre, İzmir bürosu da daima sevgi ve saygı beslememiz gereken bir gazetecilik okuluydu.

80 sonrasında Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve sevgili dostum Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesiyle, ki tüm bu isimler Cumhuriyet gazetesi ile bütünleşmiş simgelerdi, içimiz yandı ve cinayetleri protesto yürüyüşlerinde hep Cumhuriyetçi kardeşlerle birlikte yürüdüm.

Her gün aldığım Cumhuriyet gazetesi ile derin gönül bağım vardır. Yönetimleri değişse, benim hiç kafama uymayan yöneticiler (Can Dündar gibi) işbaşına gelse dahi, bu gazeteyi her gün alırım, saklarım, üstelik tam 40 yıldır kestiğim önemli haber ve köşe yazılarını arşivime katarım.

 

Cumhuriyet’siz yapamam

Ama bu gazete ile hiçbir organik bağım olmamıştır. 2000 yılında Turhan Günay dostumuzun yönetimindeki Cumhuriyet Kitap eki, beni “Yerel Kültürü Dirilten Yazar” başlığı ile kapak konusu yaptı ve dergi içinde Ekrem Akurgal, Prof.Bilge Umar, Şükran Kurdakul, Aydoğan Yavaşlı gibi yazarların benimle ilgili görüşleri yayınlandı. Bundan büyük bir onur olamazdı herhalde bir yerel yazar için.

Daha sonraki yıllarda Cumhuriyet gazetesinde benimle ilgili güzel yazı ve haberler yayınlandı. 2015 yılında Hikmet Çetinkaya dostumuzun önerisiyle Cumhuriyet muhabiri Gamze Akdemir, yeni basılan “Ermeni Komşum” kitabım dolayısı ile benimle Ermeni Sorunu üzerine bir söyleşi yaptı ve Cumhuriyet Kitap’ta yayınlandı. Hayli cesur bir söyleşi idi, Türkiye’de daha o söyleşiyi aşabilecek çözüme dönük bir yayın gerçekleşmedi. Bu bakımdan Hikmet Çetinkaya’ya bin teşekkür borçluyum.

Demek istediğim şu; ölünceye kadar Cumhuriyet’i alacağız ve okuyacağız.

Haksız yere hapishanelerde çürüyen Cumhuriyet çalışanı gazeteciler için de yüreğimiz sızlayacaktır.

O gazetede çalışamadığım için de uzak kılcal damarlarımızda belki hayıflanacağız. Ama esas hayıflandığım şey, İlhan Selçuk ile baş başa şöyle enine boyuna hiç konuşamamış olmamdır. Bir sevdiğiniz öte aleme göçünce kafanıza dank ediyor, neden hayatta iken o kişinin kapısına dayanıp kafanı kurcalayan şeyleri sormadın şimdiye kadar diye veya içten bir hasbıhali neden yapmadın diye?

 

İlhan Selçuk ile günde dört kez konuşuyorum

Kış aylarında İstanbul’da Ulus mahallesinde oturuyorum. İlhan Selçuk ta aynı mahallede Gazeteciler Sitesi’nde yaşadı. Bu yüzden mahalledeki terzisi, marketçisi, sitesinin kapıcısı, bankasının güvenlikçisi hepsi benim de dostlarımdır. Hep yarenlik eder İlhan abiden konuşuruz, bana onun kibarlığını, insanlığını anlatırlar.

Hele hele o sitede hala oturan Hürriyet gazetesi ünlü yazarı eski Cumhuriyetçi, Yalçın Bayer ile her hafta mahalle bakkalımız göönül dostu Mehmet Bakoğlu’nun mekanının kuytu iç köşesinde çoğu kez buluşuruz, arada Medya profesörü güzel insan Haluk Şahin de bize katılır, birlikte sanat konferanslarına gideriz,  hep medya konuşuruz..

Üstelik.. İlhan Selçuk için öte alemde belki konuşuruz hep demiştim ya, evet ben artık kendisiyle öte alemde günde tam 4 kez konuşuyorum.

Çünkü canlı gibi durduğu bizim mahalledeki (Ulus Beşiktaş – Ak Merkez’in yanı) İlhan Selçuk Anıtının önünden günde 4 kez geçiyorum ve birkaç dakika anıtın önünde saygı ile durup onunla konuşuyorum. 2 kez yolumda giderken, 2 kez evime geri dönerken…(Ahmet Adnan Saygun Heykeli önünden hareketle sabah Ak Merkez yönüne gider, sonra geri dönerim. Öğleden sonra aynı güzergahta gidiş dönüş bir kez daha yol alırım.)

Hatta bu buluşmalarımızın şiirini bile yazdım. 2014 yılında basılan “Dokuz Eylül Vapuru” kitabımda yer alır. Güzel bir şiirdir. Hikmet Çetinkaya’ya armağan ediyorum.

Hikmet Çetinkaya ve Yaşar Aksoy.. (İzmir, Miko Kafe, 2018)

 

 

ULUS MEKTUPÇUSU

 

ben bir mektupçuyum

sırları ve umutları taşıyan

adresten adrese kanat çırpan

arkamda beni iten rüzgâr

önümde yepyeni dünyalar

 

hergün mektup taşırım

ahmet adnan saygun heykeli ile

ilhan selçuk anıtı arasında mekik dokurum

birinden merhaba alıp ötekine kavuştururum

 

ahmet adnan saygun (1907 -1991)

dedemin talebesi, izmirli, müzisyen

besteci, orkestra şefi, devlet sanatçısı

ilk türk opera yazarı

dimdik durur köşe başında

bir ayağı kelaynak sokağı üzerinde

öteki ismini taşıdığı caddesinde

 

ilhan selçuk

hep kurtuluş savaşında yaşayan

cumhuriyet savaşçısı, yazar

yüzbaşı selahattin’in yoldaşı

endişeli durur, düşüncesi derin

düzdere sokağı başında

arnavutköy – etiler yol kavşağında

sırtını dönmüştür papermoon’a, akmerkez’e

sanki özlemle bakar ötelere, dere yatağına

istanbul’un işgalinde vatana silah kaçıran

direnişçileri mi düşünür, bilinmez ki

dedim ya

beşiktaş’ın ulus semtinde

iki adam arasında gider gelirim her gün

geçen gün kar yağdı çuval çuval

bestecinin elindeki nota defteri bembeyaz

yazarın başında bir süt beyaz kalpak

 

besteci ile yazar

ışıldadı, gönendi, kucaklandı karla

yer gök deniz birleşti

halk birleşti karbeyaz oldu

ben de kardan mektupçu oldum

 

Aralık 2012

 

(*) A. A. Saygun Heykeli : Heykeltraş Tankut Öktem,

İlhan Selçuk Anıtı. Heykeltraş Mehmet Aksoy

 

Yazıklar olsun mu diyeyim?..

Ben, azılı Cumhuriyet dostu olmama rağmen, “Gavur Mümin – Atatürk’ün Casusu” isimli kitabımla 2022 yılında Yunus Nadi Ödülü almış almama rağmen, Cumhuriyet gazetesinin kuruluşunun 100. Yılı İzmir kutlamasına, ezeli kıskançlığı sebebiyle beni davet etme nezaketinde bulunmayan Cumhuriyet gazetesi İzmir temsilcisi, her dönem mutlaka bir yerlere belediye başkanı veya milletvekili aday adayı olan Mehmet Şair Örs isimli, pek ihtiraslı kişiyi, bu satırlarda kınıyorum.

Bu kişinin defalarca röportaj yaptığım kayınpederi, can dostum, eli öpülesi yazar, merhum Ödemişli, efeler efesi Burhan Esen ağabeyimiz sağ olsa idi, o da bu vefasızlığa çok üzülürdü..

Sabah markete gidip, yine Cumhuriyet alacağız. Kimsenin şüphesi olmasın..

 

 

 

 

Oktay Akbal’dan “Cumhuriyet” değerlendirmesi

Oktay Akbal’ın 30 Mayıs 2013 tarihli “Cumhuriyet bir üniversitedir” yazısını okuyarak yazımızı noktalayalım..

“.. Sen gideceksin, o gidecek. Ben gideceğim, bir başkası gelecek...

Dünya dönüyor, yıllar geçiyor.

Farkında olmadan ya da farkında olsak da!

İlhan Selçuk, “Cumhuriyet gazetesinin tarihini yazacağım” derdi hep... Tarihini mi, serüvenini mi, yaşamını mı, insanlarını mı!.. Belki hepsini.

Yazamadı, vakit bulamadı. Bırakmadılar ya da... Elini kolunu bağladılar. Hep bir şeyler engelledi. Daha önemli olaylar. Gazete için önemli çabalar...

Ben yarım yüzyıldır Cumhuriyet’in içindeyim. Daha önce de okur olarak yanındaydım. Neler gördüm, neler yaşadım! Oturup yazmaya kalksam koca kitap olur, belki birkaç cilt... Ama bunca yaştan sonra olası mı? Belki bir gün daha genç bir arkadaşımız bunu yapar.

Bir aile gazetesi “Cumhuriyet”. Yunus Nadi’nin çocukları, Nadir Nadi, Doğan Nadi ve iki kız kardeşleri... Ama hep aynı çizgideler miydi? Zaman zaman kopmadılar mı? Şu yüzden bu yüzden... Nadir Bey gazetesinden ayrılmak zorunda kalmadı mı? Milletvekilliği, senatörlük... Ama gazetenin havasını değiştirmek isteyen yakınlarının etkisiyle zaman zaman üzüntülü anlar, yıllar...

12 Mart 71’de örneğin... Tam bir yıl gazete bambaşka bir çizgideydi. Bizler dışlanmıştık.

Hasan Cemal takımı Cumhuriyet’i bambaşka bir doğrultuya sürüklemek istediklerinde, başta İlhan, Uğur, Ali ve ben karşı çıkmıştık. Kişiliği, niteliği, Atatürk’ün aydınlık devrimciliğinden uzaklaştırılan bir gazetede bizlere yer yoktu! 1971’de İlhan tutukluydu, ünlü köşkte konuktu. Nadir Bey Yeniköy’deki evin balkonunda yakınlarıyla beraberdi zaman zaman. Ben de Yeniköy’de bekliyordum bir gün gazeteye dönmeyi... Bir yıl sürdü ayrılık. Bu arada gazetenin satışı düşmüştü. Okurlarımız bırakmıştı. Derken, Nadir Bey’le birlikte gazeteye dönüldü. Gazete eski satışına kavuştu, hatta arttı bile...

Ali Sirmen, Uğur Mumcu ve ben Milliyet’in o günlerdeki yöneticilerinin çağrısı üzerine Milliyet’te yazmaya başladık. Üç dört yıl sürdü. Yazılarımızı Cumhuriyet’teki gibi, kendi anlayışımız çizgisinde sürdürdük. Sonra İlhan Selçuk’un direnmesiyle yeniden canlanan, eski kişiliğine kavuşan Cumhuriyet’e döndük.

Kim yazacak gazetemizin tarihini? İlhan çok istemişti, ama olmadı. Şimdi genç bir yazar arkadaşın bu işi yüklenmesini bekliyorum. Nerdeyse yüz yıla yaklaşan bir geçmiş, bir o kadar da yarına seslenen bir gazete. Daha çok bir aydınlar bildirisi. İnsanlarımızı gerçekçi bir tutumla aydınlatan bir organ. Bir üniversitedir Cumhuriyet. Ülkemizde on binlerce bilinçli yurttaşın yetişmesinde en güçlü kuvvet olmuştur. Bir o yana, bir bu yana gitmez.

Zaman zaman siyaset dünyasının egemenleri bu gazeteyi ele geçirmek istemişlerdir. O kadar ki gazetenin ortaklarını bile kandırmaya çalışmışlardır. İktidarlar gelmiş gitmiş, “Cumhuriyet” hep Mustafa Kemal’in gazetesi olarak yaşamıştır, yaşamaktadır, daha da uzun yıllarca yaşayacaktır. Ben elli yıldır bir yazarı olmakla gurur duyduğum Cumhuriyet’i bir insan sıcaklığıyla benimsemişimdir. Atatürk’ün adını verdiği bu gazete, devrim tarihimizin önemli aşamalarında en etkin güç olmuştur. Okuru da, yazarı da olmak bir övünçtür.”..

…İkinci azı resimleri - resimaltları..

  1. İlhan Selçuk bir daha gelmez.
  2. 2019 Caddebostan Kültür Merkezi.. Ulusal Kurtuluş Sergimin ve panelin hatırası.. Yaşar Aksoy, Sinan Meydan, Alev Coşkun, Prof.Zafer Toprak, Mehmet Ali Güller.
  3. Hikmet Çetinkaya ve Yaşar Aksoy.. (İzmir, Miko Kafe, 2018)

DEVAM EDECEK

 

 

 

 

YORUM EKLE

Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır

YORUMLAR


   Bu haber henüz yorumlanmamış...

Sayfa başına gitSayfa başına git
Facebook Twitter Instagram Youtube
GÜNCEL TÜRKİYE POLİTİKA EKONOMİ YEREL YÖNETİMLER ASAYİŞ YAZARLAR FOTO GALERİ VİDEO GALERİ SAĞLIK KÜLTÜR SANAT MAGAZİN SPOR RÖPORTAJLAR GENEL
Masaüstü Görünümü
İletişim
Künye
Hakkımızda
Copyright © 2025 İzmir'de Son Dakika