Yılmaz Özdil'i hâlâ okumadınız mı?.. 2011’de yayınlanan “Hayatım Kitap” isimli
yapıtımda Yılmaz’ı anlattığım yazımın başlığı böyle idi..
Ama, Yılmaz’ın hikayesi bu kadarla kalmadı.. Önce sözünü ettiğim yazımı
okuyalım.. Sonra söyleyeceklerim var:
“.. Size Yılmaz Özdil’i anlatmalıyım.. Şu günlerde Mustafa Balbay’dan sonra bir
başka İzmirli cesur gazeteci de ilginizi çekecektir.
Geçenlerde tanımadığım bir çerçeveciye gittim. 35 yıl öncesinden kalma altı tane
askerlik fotoğrafımı çerçeveletmek istedim. Tank üzerinde, taburuma komuta
ederken, Atatürk Anıtı'na kolordum adına çelenk koyarken çekilmiş fotoğraflarıma,
çerçeveci ile oğlu ilgi ile baktılar. Şu günlerde ordumuza yapılan saldırılara karşı bir
kişisel tepki koyarak bu çerçeveyi yaptıracak ve eski asteğmenlik fotoğraflarımı
evimin bir köşesine asacaktım.
İki saat sonra çerçeveyi almak için geri döndüm. Çerçeveci ile oğlu, beni gizlice
süzüyorlardı. Çerçeveyi kağıda sardılar, sonra ülke sorunları ile ilgili dikkatli ama
şüpheci sorular sormaya başladılar. Sohbet uzadı. Adam ile oğlunu çözememiştim.
Çok şey soruyorlardı. Aniden adam ağzından kaçırıverdi:
“Biz, yalnızca Yılmaz Özdil’i okuruz.. Ona inanırız..”
Ben de bastım kahkahayı:
“Yahu, şunu baştan söyleseniz ya!..”
Hayrettir.. Aynı gün bir pastanede, İstanbul'da hocasının önerisi üzerine beni “tez
konusu” olarak seçen üniversiteli bir genç kıza randevu vermiştim. Genç kız, masada
beni yalnız bekliyordu. Yan masada ise onu arabaları ile taa İstanbul'dan
bulunduğum kasabaya getirmiş olan anne ve babası vardı. Anne ve babayı da
masamıza davet ettim. Kızın sorularını birkaç saat içinde yanıtladıktan sonra ailece
sohbete başladık. Baba, halen görevde olan bir Kurmay Albay çıktı. Baba bana
anlamlı bir şeyler sordu, ben anlattım, sonra ona sorular sordum. Ketum bir adamdı.
Yüzü duvar gibi sessizdi. Aniden anne, pat diye söze karıştı:
“Biz, Yılmaz Özdil okuruz. Gerisi boş laf!..”
İçimden derin bir “Ohhhhh..” çektim.
Vallahi yine hayrettir ki.. Aynı gün akşamüstü kumrucuya gittim. Cepte pek para
yok. Bir kumru-çay ile gecemi idare ederim diye düşündüm. Minik bir mekandı. İçeri
girdim oturdum. Kumruyu ısmarladım. Yan masada duvardaki televizyondan haberleri
izleyen babayiğit görünümlü bir genç vardı. Kandil'den dönenlerin sınır kapısındaki
şovlarını sessizce izleyen genç, sonra televizyonu kapattı, bana dönerek, “Yarın
Yılmaz Özdil'i okumalı. Bunlardan ancak o hesap sorar!..” dedi ve çıktı gitti.
Sevincimden kumru boğazıma düğümlenmişti. Yutamadım. Gence, “Ben de
Yılmaz'ı okurum” diyemedim. Çıktım dışarı, yolda yürürken Yılmaz'ı cepten aradım,
“Aman Yılmaz çok okunuyorsun, aman kendine dikkat et..” derken, yanımdan geçen
bir kadın hışımla beni durdurdu ve bağırdı:
“Yılmaz Özdil ile mi konuşuyorsunuz?.. Ona söyleyin, onu çok seviyoruz!..”
Dondum kaldım.. Bir gün içinde bu olaylar olmuştu. Koca Türkiye'de bu
kardeşimizin yarattığı sinerjiyi düşündüm. Bu sevgi, bu güven, bu inanmışlık hangi
yazara nasip oldu acaba? Şu meşhuuur yandaş medya maymunlarına mı?.. Yoksa
sahte solcu, şöhret budalası dinazorlara mı?...
Geçiniz efem, geçiniz..
Bir gazeteci hikayesi
1940'lı yıllarda Yeni Asır gazetesinin iki külüstür cipinden birinin şoförü
Süleyman Özdil idi. Gece gündüz hem habere ve gazete dağıtımına koşturur, hem
de patron Şevket Bilgin'in şoförlüğünü yapardı. Daha sonra oğlu Veli Özdil de ikinci
cipin şoförlüğünü yapmaya başladı. Gazetecilik savaşında baba-oğul yıllarca
direksiyon salladılar..
Yılmaz Özdil'in hikayesi böyle başladı.. Dedesinin ve babasının çalıştığı gazeteye
1982 yılında adım attı. Ege Üniversitesi Basın Yayın Okulu Gazetecilik Bölümü'nü
bitirmişti, hem de yazı işlerinde en alt düzeyden emek harcamaya başlamıştı. Kısa
sürede Genel Yayın Yönetmeni oldu. Çalışkan, sağlam karakterli, yakışıklı, kibar ve
çok zeki idi.. Birlikte yıllarca çalıştık..
1994'te İstanbul'a giderek Milliyet, Sabah ve Star'da Yazı İşleri Müdürlüğü yaptı.
Sabah'a dönünce köşe yazarlığı, atv Genel Yayın Yönetmenliği ve Murahhas Azalığı
üstlendi. TMSF gazeteye el koyunca istifa etti. 12.8.2007'de Hürriyet'te yazmaya
başladı, hem de Doğan Grubu'nda Star tv Haber Grubu Koordinatörlüğü'nde Uğur
Dündar ile kader birliği yaptı. İzmirli Olmak üzerine milyonları büyüleyen o ünlü
yazılarını yazdı..
İşte Türkiye'nin kısa sürede sevgilisi haline gelmiş bir yazarın hikayesi.. Bu
hikaye önemlidir. Çünkü İzmirli yazar Tayfun Er'in olağanüstü bir araştırmaya
dayanan “Erguvaniler – Türkiye'de İktidar Doğanlar” isimli kitabında ilan edilen
1374 tane köken şanslısı, yüksek burjuva seçkin sağ-sol kaymak tabaka ismin içinde
Yılmaz'ın ve ailesinin ismi geçmemektedir (Benim ismim de geçmez!). Türkiye'de
birbiri ile akraba ve girift ilişkili bu soylu oligarşik sınıfın içinden gelip yükselmek
çocuk oyuncağıdır. O listenin karmaşık ağları içinde yok iseniz, hapı yuttunuz
demektir. (Ben de yokum!)
Hem listede yok, hem de hayatta başarmış iseniz, bilek hakkı ile yükselmişsiniz
demektir, üstelik emekçi bir aileden geliyorsanız, bu daha ilginçtir. Boğaziçi
Yalılarından veya Cihangir, Bebek, Nişantaşı apartmanlarından çıkıp gelmiş bir post-
modern yazar değilseniz, tam tersine gazete bobinlerinin taşındığı tozlu yollardan,
gariban polis-adliye muhabirleri ile cinayet ve yangın mahalline kan ter içinde
yetişilen zamanlardan, kanser edici matbaa kokularından, gazete kağıdının o aşık
edici selüloz büyüsünden kopup gelen bir “emek hikayesinin” üçüncü kuşak üyesi
iseniz, size vallahi helal olsun denmez mi?..
Temiz yurtsever
Zeka ve hiciv dolu bir üslubu olan Yılmaz Özdil'in, bu başarısında en büyük
enerjinin “temiz yurtseverliğinden” kaynaklandığını düşünüyorum. O, bir Atatürk
savaşımcısı, bir Türk yurtseveri, bir kuvayı milliye silahşörü.. Bu tür bir yazar, Türkiye
medyasında mutlaka var olmalıdır. Neden mi?..
Çünkü örneğin, Taraf gazetesi yazarlarından Ermeni kökenli Sevan Nişanyan,
29.10. 2009 tarihli yazısında “Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi” ile açıkça alay etmiştir,
5.8.2009 tarihli yazısında “İstanbul'un her yerine iki-üç seneden beri eşek çükü gibi
diktikleri o bayraklar” diyerek Türk bayrağını aşağılamıştır, bu bayraktan rahatsız
olduğunu yazmıştır, yine 21.9.2009 tarihli yazısında “Neymiş? Allah diye biri varmış,
canı sıkıldıkça kitap yazarmış ama artık yazmamaya karar vermiş, pırpır kanatlı
ulaklarla bir takım hazretlere mesaj iletirmiş, o hazretlere dil uzatan maazallah
çarpılırmış. Bu hikayelere istemesen inanma diyorlar, tamam, ama inanmadığını açık
açık söylemen caiz değildir. Nedenmiş? Müslümanlar alınırmış!” diyerek, Allahımızı,
Peygamberimizi, kitabımız Kuran'ı, meleklerimizi makaraya almıştır.
İşin özünü sunuyorum..
Demokrasi, insan hakları, basın özgürlüğü gereğince bu ülkede Sevan
Nişanyan'lar varsa, aynı demokratik özgürlükler doğrultusunda tam Milliyetçi ve
Atatürkçü Yılmaz Özdil'lerimiz de olacaktır.
Hem de sapına kadar!..
Tanrı, onları ve vatanımızı korusun..
Dilerim, Yılmaz çok daha büyük başarılara imza atar, nice kitaplar yazar, kitap
fuarlarında onun önünde de uzun kuyruklar oluşur, ülkemizin en çok sevilen yazarı
olur. Şimdiden zaten en çok sevilen yazarlar arasında başta geliyor.. Ülkesine
küfretmeden halkına sahip çıkan bir yazarın başarısı, derin vatanın apaçık bir
zaferidir!
Not: Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nce (TGC) düzenlenen 2010 yılı Geleneksel
Türkiye Gazetecilik Başarı ödülleri kapsamında, köşe yazısı dalında Yılmaz Özdil
ödül kazandı (3.3.2011). Yolu açık olsun.
Aynı gün cesur gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık, Ergenekon Davası
kapsamında tutuklandı.. Yazıklar olsun.. (Hayatım Kitap – Yaşar Aksoy – Konak
Belediyesi Kültür Yayını, 1911)”
Yılmaz Özdil’i, hala dinlemediniz mi?..
Evet, 2011’de bunları yazmışım. Aradan 15 yıl geçti..
Yılmaz Özdil, vatan savunmasında adım adım zirvelere yükselmekte..
Artık Youtube kanalında her sabah müthiş konuşmalar yapmakta. Herkes ondan
söz etmekte. Yüz binlerce hayran dinleyicisi oluştu.. Şahsen ben ne Uğur Dündar, ne
Fatih Altaylı, ne Enver Aysever, bilmem ne, dinlemiyorum artık.
Yılmaz aldı başını gidiyor. Tekrar Sözcü gazetesinde yazmaya da başladı.. SZC
televizyonunda da enfes konuşmaları var..
Dün Çeşme çarşısında emlakçı Atilla isimli bir genç adam yolumu kesti. “Yılmaz
Özdil bu sabahki konuşmasında sizden söz etti. İzmir’in efsane gazetecisi dedi, sizin
için. Bir Çeşmeli olarak onur duyduk” demez mi? Meğer Yılmaz, cüce kuvayı milliyeci
Ali Şamil’i anlattığı konuşmasında bu sözleri sarf etmiş. Benim bu konudaki bir
yazımdan hareket etmiş..
Valla bir şey söyleyeyim mi?..
Türkiye, Yılmaz’ı izliyor!...
Siz, hala Yılmaz Özdil’i dinlemediniz mi?.. (27.8.2024)
YILMAZ ÖZDİL’İN YOUTUBE KONUŞMASI (26.8.2024)
Ali Şamil..
Ali Şamil.
1 metre 10 santimdi.
Enver Paşa’ya hediye edildi.
Köle gibi.
“Soytarı” yaptılar onu.
Tuhaf kıyafetler giydirdiler.
Sırmalı cepkenler, cartlak renkli şalvarlar, kafasından büyük sarıklar....
Kadınları eğlendirdi. Çocukları güldürdü.
Birinci Dünya Savaşında çarşı karıştı, Enver apar topar İstanbul’dan ayrıldı, biraz da
onlara kahkaha attırsın diye, Vahdettin’in kızı Ulviye sultan’ın sarayına verdi Ali
Şamil’i... Ulviye sultan’ın eşi İsmail Hakkı bey mert adamdı, tavla arkadaşı yaptı bu
küçük boylu insanı, alay ettirmedi, ezdirmedi, korudu kolladı.
Gel zaman git zaman... Milli mücadele başladı. Yurtseverler Anadolu’ya akıyordu.
Padişah’ın damadı İsmail Hakkı bey de onlardan biriydi, Mustafa Kemal’e katılmak
için gizli gizli hazırlık yapıyordu. Saray’ın damadı kuvayi milliyeye katılacak, olacak
şey değildi tabii... Bu nedenle mecburen, Anadolu’ya geçme niyetini eşi Ulviye
sultan’dan bile saklıyordu. Sadece tavla arkadaşına, Ali Şamil’e çıtlattı. Saraydan
sadece onunla vedalaşmak istemişti. Pişman oldu...
Çünkü, o kocaman yürekli küçük insan, alenen tehdit etti, ya beni de götürürsün,
ya da niyetini sultan’a anlatır, senin gitmeni de engellerim dedi! İsmail Hakkı beyin
gözleri buğulandı, karşısına dikilen küçücük bedende, dağ gibi bir adam duruyordu,
kucaklaştılar, öz kardeş gibi... Kuştüyü yastıklarını, bi kuşsütü eksik sofralarını geride
bırakıp, sahte kimlikler, köylü kıyafetleriyle maceraya atıldılar.
Ağaç kovuklarında, kuytularda sabahladılar. İşgalcilerin kontrol noktalarını aşıp,
Adapazarı üzerinden Ankara’ya ulaştılar. Haberi vardı Mustafa Kemal’in... Çağırdı.
Gittiler. “Hayatımın en unutulmaz akşamıydı” dediği akşamı yaşadı Ali Şamil...
Mustafa Kemal’le kadeh tokuşturdu. Sonra? Üç sene boyunca, İsmail Hakkı bey
nereye, Ali Şamil oraya, kah su taşıdı, kah telgraf, kah boyu kadar tüfek... Elinden ne
gelebiliyorsa, çırpındı, fazlasını yaptı. Her cephede, kelle koltukta yaşadı. İzmir’e
girenlerin hemen arkasındaydı. O göğsünde gördüğünüz, İstiklal Madalyası.
Günümüzün “gönüllü saray soytarıları” kavrayamaz.
19 Mayıs bu ruhtur.
Ve... Osmanlı’nın zoraki kulu-kölesi Ali Şamil, Cumhuriyet’te eşit yurttaş olmanın
onurunu yaşadı. Osmanlı’da “ona gülüyorlar”dı, Cumhuriyet’te o güldü, “Güler”
soyadını aldı. 9 Eylül’de girdiği İzmir’den ayrılmak istemedi. Basmane Garı’nda
memur oldu.
Van gölü sahilinde, Bitlis’in Ahlat ilçesinde dünyaya gelmişti, Enver paşa’nın doğu
teftişi sırasında özgürlüğü elinden alınmış, adeta mal gibi hediye edilmişti.
Cumhuriyet ona sadece özgürlüğünü değil, ailesini de geri verdi. Milli Mücadeleden
sonra, henüz çocuk yaşlardayken ayrıldığı akrabalarını buldu. İki defa evlendi.
Neticede vade doldu, 1978’de rahmetli oldu, İzmir Kokluca’da yatıyor.
Rahat uyu aslan yürekli cüce.
Görecekler bir gün gene... Boyundan posundan utanmayanlardan, gönüllü saray
soytarılarından ibaret değildir bu ülke.

"35 yıl önce.. 1990’lı yılların Yeni Asır gazetesi muhabir kadrosu..
Ortada, sakallı derviş Yaşar Aksoy, sağında gepegenç Yılmaz Özdil.
Biz, hep muhabirler ordusu ile beraberdik.. Bu yüzden öncelikle Yılmaz’ı
ve beni, muhabirler yani taban çok severdi.."