Yaşar Eyice ile hem adaşız, hem de aynı gazeteden yetiştik..
Gazetemiz Demokrat İzmir , anadan doğma muhalif ve solcu idi..
Daha sonra Yeni Asır gazetesinde de yıllarca birlikte çalıştık, hatta Patron vekili
Aydın Bilgin döneminde küçüçük bir odayı (1.5x3 m.) ve tek bilgisayarı ikimiz birlikte
kullandık.
Önce biz nereden yetişip geldik, anlatalım.
Biz bir gazeteden değil, bir Muhalefet Üniversitesi’nden yetiştik efem..
1970’ler başında gazetenin 3. kat kapısının tam karşısındaki yazı işlerinin
bulunduğu büyük salona girince yanda, tam karşıda Spor Müdürü Çetin Gürel’in
masası ve Hüseyin Yangır ve Melih Dizdaroğlu gibi kardeşlerimizin harıl harıl çalıştığı
“Spor Servisi” bulunurdu bu servisin en karizmatik adamı spor muhabiri Yaşar Eyice
idi, arada hiç sektirmeden “Keh, keh, keeeeh” gibi yayık ve cıvık gürültülü
kahkahalar atardı. Çetin Gürel daha sonra gazete yönetiminde daha üst görevler
aldığı zaman, dış politikadan sorumlu Aydan Seyhan ile birlikte üçüncü katın tam
girişindeki sağdaki odada görev yaptı.
İşte Yaşar Eyice, bir otoriter kadın olan Ayten Düvenci tarafından yönetilen ve
“İzmir Pravda’sı” diye tanımlanan solcu Demokrat İzmir gazetesinde; namusu ile
çalışan, tam emekçi, işini iyi bilen ve sevimli bir kardeşimiz ve adaşımdı, Akın Simav
gibi, İskender Dinsel gibi, Esat Erçetingöz gibi, Ahmet Dilekçi gibi, Sumru
Silahtaroğlu, Nuri Bilim gibi.. Gibi, gibi.. Çok dost vardı o ortamda..


(Yaşar Eyice komple gazeteci, komple yazar..)
ADAŞIMDAN BASIN HATIRALARI…
Yaşar Eyice, eyi ve velud (üretken anlamına) müthiş bir gazetecidir. Onu çok
severim.. Elinden kalem, ağzından “keh, keh. keh” diye meşhur kahkahası ve tabana
kuvvet enerjisi hiç eksik olmaz. 1970’lerden itibaren hem Demokrat İzmir’de, hem de
Yeni Asır’da birlikte yıllarca birlikte çalıştık.
2015 yılında onunla onur duyduk.. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi
Mezunları Vakfı, Yaşar Eyice’ye meslekteki 50.Yılını geride bırakması nedeniyle 17
Nisan 2015 tarihinde bir ödül takdim etti. Eyice Demokrat İzmir, Tercüman, Yeni Asır,
Türkiye, Haber Ekspres ve Gözlem gazetelerinde uzun yıllar çalıştı. Halen elinden
kalemini hiç düşürmüyor. Duayen gazetecimiz Eyice’nin, Demokrat İzmir anıları bizi
epey ilgilendirmekte…
Yaşar Eyice anlatır:
“Demokrat İzmir’in spor servisinden aklıma gelen isimleri sıralayalım: Melih
Dizdaroğlu, Hüseyin Yangır, Can Beyazkartal, Esat Erçetingöz, Melih Dizdaroğlu,
İsmail Özelçinler, Lebib Timur, Okan Yüksel, Ali Kıray, Mehmet Ali Okumuş, Mehmet
Ali Varış, Kenan Seven, Engin Ağır.
Haber Müdürleri, Kaya Çelikkanat ile Erol Akıncılar, Tuncay Atila, Murat Eştürk
de Türk basın tarihinin en önemli gazetelerinden Demokrat İzmir’in kadrosunda
bulundular… Murat Eştürk hep anlatır: “Demokrat İzmir’in dik merdivenlerinden
üçüncü kata çıkarken, ilk karşılaştığı kişinin Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir
olduğunu ve ona ‘Merhaba Çocuk!’ diye hitap ettiğini.
Muhasebe servisinde Macit Ersönmez ile Vedat Işıklı’yı ve Bayındırlı Ferit ile
Tireli Ahmet Kurtuluş’u da unutmamamız gerekiyor. Klişeci Cumhur Aksema ise yine
birlikte olduğumuz bir isim… Atilla Bediz ise unutulmaz idare müdürümüzdü”.
Demokrat İzmir’den yetişen ve bu satırların yazıldığı 2025 yıllarında hala işlek
zekâsı ile elinden kalemini düşürmeyen Yaşar Eyice’nin hatıralarına devam edelim:
“Bir Pazar günü, foto muhabiri Şenol Çetin ağabeyle, Demokrat İzmir’in sonu
‘177’ ile biten Anadol marka aracına bindik ve Aydın’a maça gittik. Şenol Çetin, devre
arasında benim de Praktica marka fotoğraf makineme taktığım 135’lik tele ile
çektiğim maç filmini alarak İzmir’e, baskıya yetiştirecekti. 36 pozun sadece 10’unu
kullandığım ve filmin geri kalan kısmının ziyan olmaması için, Şenol Çetin gitti
Anadol’un bagajına girdi.
Burayı karanlık oda olarak kullanacak, aradan sızan ışıklardan da filmin
yanmaması için, ceketinin kolunun içinde, benim makinemin içindeki filmi çıkarıp, el
kararı ile kesecek ve yanında olan ışık geçirmez kutuya filmi yerleştirecekti. O kutu
İzmir’de Demokrat İzmir’in karanlık odasında açılacak; yıkanacak ve maç
enstantaneleri seçilecekti. Bu her zaman uyguladığımız bir metottu. Filmler döviz
karşılığı yurt dışından geldiği için gönlümüz bir karesinin bile boş yere
harcanmasından yana değildi. Film, bizim için memleket meselesi idi…
O kadar hassastık. Fakat işin aksiliği, Şenol Çetin acele ile bağaca benim
makinemle girdikten sonra, bağajı kapattıktan sonra ortaya çıktı. İlk Türk otomobili
Anadol’un anahtarı Şenol Çetin’in cebinde kalmıştı. İşi bittikten sonra, kapağı
açamadık… Ben ‘Ne yapacağız?’ diye düşünürken, Şenol Ağabey, ‘Yaşar
boğuluyorum, kurtar beni!’ diye boğuk sesle adeta yalvarıyordu… Gencim,
tecrübesizim… Yıl sanıyorum 1968 ya da 1969…
Orhan Şeref Apak, Anadolu’da futbolun gelişmesi için, her şehrin futbol
takımlarını ikinci ve üçüncü lige almıştı… Şenol Çetin, ‘Yaşar ölüyorum, kurtar!’
diyerek panikledikçe, ben de çevreden geçenlere ‘Bize yardım edin!’ diye
yalvarıyordum… Sonuçta çareyi yine Şenol Ağabey buldu… Binbir güçlükle, bağaja
bağlı olan arka koltuğun üstündeki kısmı tekmeleyerek açtı, oradan aracın içine girdi
ve kapıları açtı… Tabii bu arada maç da bitmişti… Yani evdeki hesap çarşıya
tutmamış, birlikte, filmleri yetiştirmek, aradaki saat farkını kapatmak için, tam gaz
İzmir’e dönmüştük…
Şunu da iftiharla söyleyeyim: Türkiye’de ilk kez ‘gazete binası’ olarak üç kat inşa
edilen Demokrat İzmir idi. Hani şimdi patronlarının gazetecilik dışında her iş yaptığı
büyük binalar ortalıkta yoktu. Bunların hepsi 1980’lerden sonra peydahlandılar.
Yusuf’un babası, büyük patron Adnan Düvenci rahmetli olmasaydı, belki de şu anda
halen Türkiye’nin lider, atılımcı, çağdaş gazetesi Demokrat İzmir olurdu…”


(Yaşar Eyice ve Esat Erçetingöz.. 50 yıllık dostluk..)
BEN SÜLEYMAN DEMİREL
Politika alanında da nice yazılar ve röportajlar yayınlamış olan sevgili Yaşar
Eyice’nin Demirel ile olan ilginç bir anısı da kayda değerdir:
“.. Çok yıllar önce… 1969 yılında…
‘Solcu’ Demokrat İzmir Gazetesi’nde üç kişiyiz. Biri ‘Gece muhabiri’ ben Yaşar
Eyice… Diğeri de, karikatür yarışmasında ‘dünya birincisi’ olan, ‘gece sekreteri’
Erdoğan Özer…
Genel Yayın Yönetmeni ise önceki gün 90’ncı doğum yıldönümünde adı Körfez
Vapuruna verilen rahmetli Attila İlhan…
Gündüz spor muhabiriyim, gece ise istihbaratçı…
Nedeni basit, hiç kimse gece çalışmak istemiyor, en genç beni bulduklarından
‘Sen kalacaksın!’ diyorlar… Bir yandan tahsil, diğer yandan ‘gazeteci’ olma aşkı…
Her öneriye ‘evet’ diyorum… ‘Hayır’ sözcüğünü o günlerden bu yana bilmiyorum…
Gece saat 22.00 sularında Erdoğan Özer’e soruyorum:
‘Ağabey yarın sabah Kabine açıklanacak değil mi?’
‘Evet’ diyor…
Sonra ilave ediyorum:
‘Yani şu anda herhalde Başbakan Süleyman Demirel kabine listesini hazırlamıştır.’
Yine ‘evet’ diyor…
‘Peki ben şimdi kendisini arayıp, listeyi istesem olur mu?’ deyince başını kaldırıp,
aynen benim gibi konuşuyor, ‘Hadi len!’
Sonra devam ediyor:
‘Sen kim? Başbakanla konuşmak kim?’
Herhalde gençlik damarıma basmış olmalı ki, ‘Şansımı deneyeceğim!’ diyorum…
35515 numaralı spor servisi telefonundan, şehirlerarasını arayıp, ‘Başbakan
Süleyman Demirel- Ankara’ diye isim yazdırıyorum.
O günler, yıllar şehirlerarası görüşmek için saatlerce beklenilirdi…
Ne cep telefonları, ne de otomatik telefonlar vardı…
Yani teknik ve teknoloji bakımından neredeyse sıfıra yakındık…
Ama benim bir şansım vardı, spor muhabirliğinin yanında gece muhabiri olduğum
için şehirlerarası memurlarının neredeyse çoğunu ve şeflerini tanıyordum.
Onlar da beni…
Her gün Ankara ile görüşür, Necdet Onur’dan ‘Ankara Mektubunu’, İstanbul ile
görüşür, Nazım Hikmet’in bir numaralı arkadaşı, kalemşor Naci Sadullah Danış’tan
köşe yazısını alırdım.
Bunları kulaklıkla daktiloya dökmem herhalde ortalama iki saatimi alırdı.
Bu arada santral kızlar araya girip kesmek ister, ‘Basın’ derdim, özetle
kapışırdık…
Neyse uzatmayayım:
15-20 dakika sonra telefon çalınca kaldırdım, Hatice ismindeki şehirlerarası
Santral Memuru ‘Bağlıyorum’ dedikten sonra aradan çıktı.
‘Telefona çıkana, efendim İzmir’den Demokrat İzmir Gazetesi’nden
arıyorum, Sayın Başbakanımız Süleyman Demirel’le görüşmek istiyorum’
dedim.
Karşımdaki ‘Benim booyyrun!’ deyince şaşırdım…
Ne diyeceğimi bir an bilemedim…
Sonra da, ‘Ben genç bir muhabirim. Az önce Erdoğan Özer ve Attila İlhan isimli
büyüklerimle tartıştım, Kabine listesini alacağımı, onlar ise alamayacağımı söyledi.
Bana yardımcı olur musunuz?’ dedim.
Karşımda, kendisini Süleyman Demirel olarak tanıtan kişi, ‘O zaman al eline kağıt
kalemi yaz!’ dedi…
Şaşkınlığım iki misli oldu…
Bu arada yan odada sayfalarla ilgilenen Erdoğan Özer’e bağırıyordum, ‘Erdoğan
Ağabey, telefonda Süleyman Demirel…’ diye…
‘Tamam… Tamam… Konuş işte!’ gibisinden, önemsememiş şekilde bir yanıt
verdi…
Hiç unutmuyorum:
Bazı politikacıların isimlerini bilmediğim için bazı isimleri iki kez soruyor,
‘Anlamadım’ diyerek okutuyordum…
Yine anımsadığım kadarıyla sadece bir bakanlık üzerinde çekimserdi…
Yanılmıyorsam, İçişleri Bakanlığı’nda iki isim verdi…
‘Bunlardan birini seçeceğim ama henüz kesin kararımı vermiş değilim’ dedi.
Ben başarı dileyeceğime, Süleyman Demirel başarı diledi ve gece çalışanlarına
selam gönderdi.
Asıl sorunu bundan sonra yaşadım…
Erdoğan Özer’e, ‘Ağabey yarın sabah açıklanacak Bakanlar kurulu listesi bu…


(Yaşar Eyice ve Turgay Noyan, eşleri ile birlikte, kızım Neslihan Karaağaç’ın
düğünündeler..)
Açıklıyoruz, diye sürmanşetten verelim’ dedim.
Herkesin önüne geçeceğimizi ısrarla ve yalvararak anlattım…
Dinletemedim…
46 yıl önceki bu konuşmalarımızı Allah’tan Genel yayın Müdürü Attila İlhan
duydu ve ‘Çocuğun (Yaşar’ın) dediğini yapalım.’ dedi.
Aralarında konuştular ve orta sayfadan ‘Kuliste konuşulanlara göre muhtemel
kabine’ diye Bakanlar Kurulu listesini yayınladık…
Ne mi oldu?
Sadece ve sadece tam ve doğru liste ‘solcu’ Demokrat İzmir’de çıktı… O günün
ünlü İstanbul gazetelerinde de listeler vardı ama bizimki gibi yüzde 100’ü
tutmuyordu…
Sağ tandanslı gazetelerde bile bizim gibi bir liste yoktu…
Bir hafta boyunca gazetedekilerin başlarının etini yedim…
‘Neden imzamla yayınlamadınız? diye…
Zaten sonraki yıllarda Süleyman Demirel’le çok beraber olduk…
Çok gezilerine İzmir ve Ege’den sadece ben katılıyordum…
Hatta bir keresinde Anadolu’yu gezerken, seçim otobüsünde ön sırada yan yana
oturup konuşurken yorgunluktan sızmışız…
Birbirimize yaslanarak uyurken fotoğrafımızı çekmiş, gazeteci arkadaşlardan
birisi…
Çok yıllar sonra Erol Akıncılar başkanlığındaki İzmir Gazeteciler Cemiyeti
yönetimini ziyaretinde, slayttan yapılmış fotoğrafı gösterdim. Hatırladı ve imzalayarak
geri verdi.
Gezilerde, törenlerde hemen Süleyman Demirel’in yanına otururdum. Kimse
kimseyi tanımadığı için beni de ‘yakını’ ya da bürokrat ya partili diye düşünürlerdi.
Sanıyorum, 1979 yılı idi…
Yine Süleyman Demirel’le yollardaydık.
Kütahya’da bir yaylada öğle yemeği için hazırlık yapılmıştı.
Her zamanki gibi hemen yanına oturdum…
Yine her zamanki gibi önce onun yemeğini getirdiler, o da ‘Al İzmirli’ diyerek
beni besledi.” (İzmirport – 25.6.2015)
YENİ ASIR’DA BULUŞTUK
Demokrat İzmir gazetemiz 1979’da, 80 darbesinden az önce kapandı.
Daha sonra, Yeni Asır gazetesinde Yaşar Eyice ile yollarımız yeniden kesişti.
Yaşar Eyice, 2000’li yıllara kadar Yeni Asır’da her dalda, her konuda kalem oynattı.
Ege Masası haberleri, İzmir polis-adliye, siyaset, hatta magazin ve spor konularında
komple gazeteci ve yazar olduğu için kalemini konuşturdu. Görünmediği tek alan
benim sanat sayfalarımdı..
1979 yılında kızım evleniyor. Çıran Sarayı’ndaki düğün merasimine, bir baktım ki
adaşım eşi ile birlikte arabasına atlamış taa İzmir’den gelmiş. Kucaklaştık.
İstanbul’dan Turgay Noyan ve Güngör Mengi de gelmişlerdi. Sevinmemek elde mi?
Nikah şahidimiz eski İzmir Valisi ve yeni İstanbul Valisi Kutlu Aktaş idi, benden
mutlu baba yoktu sanki..
Bazı yazarların özel takvimleri vardır önlerinde, Nazım Hikmet ne zaman
doğmuş, Can Yücel ne zaman ölmüş, Sabahattin Ali baş eseri Kürk Mantolu
Madonna’yı ne zaman yazmış, Göztepe ne zaman kurulmuş, bu gibi yüzlerce tarihi
ve önemli konular önlerinde öylece kuzu gibi hazır durur. Vakti geldi mi afilli yazılarını
patlatırlar, hele hele Google gibi çok bilmiş bir amcaları da vardır yanlarında!..
Yazılarını binlerce kez yazılmış çizilmiş metinlerden apartırlar..
Yaşar Eyice ise tam tersinedir, aslında tam hayat gazetecisidir, ne takvime bakar,
ne ezbere ve kopyaya düşer. O, hayatın içinde ne yaşamış ise onu aynen çalakalem
yazar ve hayattan nice dersler çıkarır.. Yazılarında, hem polistir, hem savcıdır, hem
mazlumdur, hem köylüdür, hem işçidir, hem politikacıdır, hem mahalle muhtarıdır,
hem de kahvedeki ehlikeyif adamdır.. Yazılarını bir benzerini, ne Milli Kütüphane
arşivinde ne de sosyal medyada bulamazsınız..
Adaşımı ben aslında elinden hayatı boyunca kalem düşmeyen “Dert Babası
Özdemir Hazar”a benzetirim. Adaşım, bizim Özdemir Baba ölünce, onun yerini pek
güzel doldurabilirdi. Ama gazete idaresi, Özdemir Hazar yerine, eski Konak Belediye
Başkanı ve politikacı merhum Süha Baykal’ı tayin edince, işler yattı. Çünkü artık
haberin ayağına gidilmiyor, sekreter vasıtası ile telefonla ulaşılıyordu. Böylece
Baykal’ın mükellef odası, hep misafir ağırlayan vali yardımcısı veya kolej müdürü
makam odalarına döndü.
ÇEŞME MEDYASINDA BİZİM ADAŞ
Yıllardır Haber Espres gazetesinde çalışan, kendi yayınını yaratan, sonra “Bizim
Anadolu” gibi köklü bir eski İstanbul gazetesinde birinci sayfadan anonslu makale
yazan, ama elinden hiç kalem düşmeden; ülkenin, bölgenin, şehrin, mahallenin tüm
dertlerini aktaran Yaşar Eyice, sonunda İsa Atagöz – Yusuf Çınar kardeşlerimizce
yönetilen “Çeşme’nin Sesi” gazetesinde başyazar oldu. Keyifle okuyoruz adaşımızı.
Son yazılarından bir paragraf aktaralım, böylece ne demek istediğimi anlayın gari:
OH BE, BEN DE KAZIKLANACAĞIM!
“.. Yusuf Çınar yılların eskitemediği bir usta magazin muhabiri. Yıllar önce
Çeşme’deki görevinden dönerken kaza atlattı. Kendisine yardıma koşan çevre
üreticilerinin yaklaşımı hoşuna gitti, ‘Maden beni ölümden kurtardınız?’ diyerek, satılık
olan bir tarlayı aldı, yaşamını orada sürdürmeye başladı. Köpekleri de var, yılanları
da…
Ama gönlü, yüreği, sofrası, evi herkese açık olan Yusuf Çınar, mevsime göre
yetiştirdiği ürünlerden ya ‘menemen’ yapar, ya da patlıcan ya da patates yemekleri…
Yanından ayrılan ‘Tanrı misafirlerini’ de boş göndermez.
Küçük bahçesinden yetiştirdikleri ürünleri ‘Evdeki çocuklara götür!’ diyerek ikram
eder.
Çeşme ve Çeşmelilere yılların verdiği dostluk nedeniyle söz ettirmeyen Yusuf Çınar,
ne olduysa olmuş, bu kez ünlülerin yerine piyasa ile ilgili bir sözler yazmış!
Yusuf Çınar ‘Çeşme ‘de, Alaçatı ‘da pahalılık yok, kazıklanma var!’ diye başladığı
paylaşımını şöyle sürdürüyor:
“Yakın bir dostum bana şöyle dedi:
‘Geçen yıl Çeşme’ye Alaçatı’ya gelen gurbetçilerin WhatsApp yazışmalarını
izliyorum, ‘Aman Çeşme’ye Alaçatı’ya gitmeyin orada pahalılık yok ama kazıklanma
var!’ yazıyorlar…”
Çeşme esnafı, yetkilileri bu yıl Çeşme’nin neden boş olduğunu anladın mı?
Gelelim asıl meseleye!
‘Ben de kazıklanacağım, 90 liraya bir soda içeceğim!’ diye tutturdum, hatta bu
rüyalarıma girmeye başladı…
‘90 liraya içilen maden suyu, ab-ı hayat suyu mu?’ diye sorar oldum.
Biz gazetecilerin gelir durumu bellidir, ayağımızı yorganımıza göre uzatırız, bir
yiyecek alırken kırk kere düşünürüz… Kıt kanaat da olsa geçiniriz, hayatta kalmaya
çalışırız.
Çeşme‘de Alaçatı‘da, restoranlarda yemek yerken ender görülürüz, ‘fiyatlar pahalı!’
diye yakına duralım, birileri de ‘kardeşim fiat listesi var!’ deyip dururlar…
Yani birilerini böylece korumaya çalışırlar.
Bu arada, ‘İzmirliler Alaçatı‘yı Çeşme‘yi, niye bırakıp Yunan adalarına gidiyorlar?’
diye dövünülürken, Gazeteci Selma Artar arkadaşım, ‘O da bir şey mi bana Çeşme
Jandarma’nın oradaki bir büfeden 90 liraya maden suyu sattılar!’ demez mi?
Ben de ‘Ooo o kadar da olmaz Selma Hanım!’ dedim, bana makbuzu gösterdi…
‘Allah… Allah!..’ dedim, hatta Selma Hanımla biraz da gırgır geçtim, güldüm;
‘90 Liraya maden suyu içen, gazeteci kadın’ dedim.
Hay gülmez, gır gır geçmez olaydım, ‘gülme komşuna gelir başına’ derler ya, beni
aldı bir merak.
‘Ben de gidip aynı büfeden maden suyu içeceğim, kazıklanmak nasıl bir şeymiş
göreceğim!’ diye tutturdum.
Vallahi 90 liralık maden suyu rüyama girmedi değil!..
En kısa zamanda, ben de 90 liraya bir tek maden suyu içen, ‘kazıklanan, gazeteci
kervanına katılacağım’, tabi bu arada Çeşme esnafı da ‘neden turist gelmiyor?’ diye
düşene dursun…”
Yılların usta magazin muhabiri Yusuf Çınar herhalde gazeteden prim alacağı günü
bekliyordur, 90 liralık maden suyu içmek için…
Bence Çeşmeli meslektaşları, ‘Sen deli misin? Böyle iddia mı olur?’ diye Yusuf
Çınar’ın rüyalarını bile giren ‘kazık soda!’ içmesini önleyeceklerdir.
Şimdi para kazanmanın, aslanın ağzında değil midesinde olduğunu söyleyeceklerdir.


(Bir zamanların ünlü Demokrat İzmir gazetesi..)
BİZİM ANADOLU GAZETESİ’NDEN BİR ÖRNEK
Yaşar Eyice’nin, İstanbul’da yayınlanan tanınmış “Bizim Anadolu” gazetesinde
yayınlanmış, 14.6.2025 tarihli “Selanik Göçmeni Ayhan Işık” yazısını da okuyalım
bari; böylece sağlıklı ve mutlu daha nice yıllar dileyelim adaşıma:
“.. Bir zamanlar Türk Sineması’nın ‘Kralı’ İzmirli Ayhan Işık’ı anımsayan var mı?
Hatırlatayım:
Çok yönlü sanatçımızın ölümünü şöyle anımsıyorum: Bindiği teknede güneşin altında
fazla kalınca, beyin kanamasından vefat eder.
Şimdi en iyisi, onun ressam oluşunu ve birlikte olduğu ünlüleri de hatırlayalım.
Ayhan Işık, kimlik adıyla Ayhan Işıyan (5 Mayıs 1929, İzmir - 16 Haziran 1979,
İstanbul), ‘Taçsız İ Kral’ lakaplı Türk sinema oyuncusu, yapımcı, yönetmen, senarist,
ses sanatçısı ve ressam idi.
Ayhan Işık, 1929 yılının 5 Mayıs sabahı altı çocuklu Selanik göçmeni bir ailenin son
çocuğu olarak İzmir'in Konak ilçesi Karataş semtinde Mithatpaşa Caddesi üzerinde iki
katlı tarihi bir Rum evinde, kendi anlatımıyla ‘Işıyan ailesinin tekne kazıntısı’ olarak
dünyaya geldi. 1970'lerin ikinci yarısında yazmaya başladığı ve vefatından sonra
tefrika halinde yayımlanan ‘Hayatım’ adlı hatıratlarında, ‘Çocukluk günlerim bilinen
yaramazlıklar ve onların sonuçları ile geçti. Annemi, hep telaşlandırmışımdır.’ diye
ekler Işık.
Sinemanın Kralı İzmirli Ayhan Işık’ı dinlemeye devam edelim:
“Altı yaşındayken; ‘...Onunla ilgili olarak şimdi çok az şey hatırlıyorum. Ama en çok
da kokusunu...
Bazı geceler yanıma gelip bana sarılmasını, birlikte uyumamızı.
Bir defasında balık tutmaya götürmüş, dönüşte de sırtına alıp merdivenleri
çıkartmıştı.
Hepsi bu... ‘
Hafızamı ona dair hep zorladım.
Daha fazla şey hatırlayabilmek, hatırladıklarımı hiç unutmamak için “ diyerek andığı
babasını kaybeden Işık, öğreniminin ilk birkaç yılını İzmir'de, büyük bir kısmını ise
yıllar önce üniversite tahsili için İstanbul'a yerleşmiş olan en büyük ağabeyi Mithat
Özer'in yanında tamamlamaya başlar.
Kısa birkaç yıldan sonra; çok genç yaşta kaybedilen ağabey, Işık için hayat boyu hep
örnek kişilik olur.
Özellikle resim alanındaki ilerleyişini hep örnek aldığını, onun vefatı sonrası evin
geçimine yardımcı olmak için 12 yaşında okurken çalışmaya da başladığını belirten
Işık, ilerleyen yıllarda akademideyken onun gibi üst tahsil için Paris'e gitmeyi
düşlediğini de yine vefatından kısa süre önce anlatacaktır.
İstanbul'da ilk önceleri zorlanan Işık daha sonraları kendisini çok güzel bir çevrede
bulduğunu, verdiği röportajların birinde şu sözlerle anlatır: ‘Mahir İz okul müdürü,
Salah Birsel müdür muaviniydi, edebiyata Rıfat Ilgaz, beden eğitimine Vefalı Kör
Galip, coğrafyaya Akbaba Celal geliyordu.
Daha ne isteyebilirdim ki...’
Buradaki okul arkadaşlarından bazıları senarist Safa Önal, karikatürist Ferruh Doğan
ve ressam - karikatürist Semih Balcıoğlu'dur.
Daha sonra girdiği Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümünde Bedri Rahmi
Eyüboğlu'ndan dersler alan Işık, buradaki dönem arkadaşlarıyla ise On'lar Grubu'nda
yer alır.
Amacı Doğu-Batı sentezini Türk resminde yaratmak; “Halk Sanatı Kaynaklarına
Eğilmek”, tekniği ise “Renkçi ve Lekeci” olan grupta dönem arkadaşlarından Fikret
Otyam, Altan Erbulak, Remzi Raşa, Adnan Varınca, Nedim Günsür, Orhan Peker,
Turan Erol ve liseden beri dostları olan Semih Balcıoğlu ile Ferruh Doğan'la yer alır.
Verdiği röportajların birinde daha çok empresyonizm akımının etkisinde kaldığı
söyleyen ve bu anlamda da en çok Claude Monet'ten etkilendiğini belirten Işık, bir
süre Bab-ı Ali'de ressam olarak çalışır fakat 1952 senesinde ‘Yıldız Dergisi'nin açtığı
yarışmaya girmesiyle resim hayatındaki geri planına itilerek sinemaya doğru yönelişi
başlar. Yarışmayı birincilikle kazanarak sinemaya geçer.
Bir sene sonra, 1953 senesinde ise Güzel Sanatlar Akademisi Resim bölümü Yüksek
kısmından mezun olur.”