Okuduğum zaman gözlerimi, aniden sular, seller basmıştı. Bilge Egemen ne
güzel yazmıştı:
“.. Çünkü ilk başlangıçlar, ilk aşklar, ilkokullar, ilk adımlar kolay kolay
unutulmazlar. Yeni Asır senin ilk başlangıcın, meslekteki ilk aşkın. Ana kucağından,
ilk gerçek dünyaya atılışın. İstesen de unutamazsın.”
Evet istesek de unutamayız Yeni Asır’ı..
Yaşa çok değerli Bilge..
1990’LI YILLARIN BAŞLARI..
1990 yıllarını başlarında gazetede Batuğ Evcimen, Bilge Egemen, Saime Balkır,
Feride Özel, Handan Çeliker, Fatih Yüzbaşıoğlu, Kürşat Akyol, Birol Emekdaş gibi
genç ve başarılı gazeteciler saflarımıza katılmışlardı. Bunlardan Bilge Egemen daha
sonra televizyon dünyasında ünlü bir belgeselci oldu.
1990 sonrası gazeteciler aleminde parlayan, yani ilk olarak Yeni Asır’dan
parlayan önemli gazeteci ve belgeselcilerden, “Uzaktakiler” isimli nefis bir televizyon
proğramı hazırlayan ve ben dahil meraklıları ekrana kilitleyen Bilge Egemen, “Hoş
geldin Yeni Asır’a” başlıklı nefis anılar demetini, 29 Mayıs 2017 tarihinde @medya-
gunlugu.com’da yazdı.
Hem bir gazetenin iç alemini yansıtması, hem de bir genç kızın gazeteciliğe ilk
adım atışındaki içten duygularını gözler önüne sermesi bakımından bir belgesel
tadında olan bu anıları virgülüne dokunmadan buraya almak boynumuzun borcu
olmalı. Yazıyı okuduktan sonra gözlerinizi kapatın ve o Yeni Asır denen gazetecilik
üniversitesi olan alemi bir düşleyin bakalım:
KENDİMİ İÇERİ ATIYORUM
“..Asansörün kapısı tam kapanacakken kendimi kıl payı içeri atıyorum. Kan, ter
içinde nefes nefese ve işte Yeni Asır’ın hiyerarşide Aydın Bilgin’den sonraki en büyük
yöneticisi Hamdi Türkmen burnumun taş çatlasın bir karış ötesinde.
“Günaydın Hamdi Abi.“
Horon gibi titrek, kırlangıç gibi ürkek sesim.
“Günaydın.”
Bıçak gibi keskin, cam gibi net sesi.
Gazeteye başlayalı daha belki 5 belki 6 ay olmuş. Haliyle ast-üst ilişkilerinde elimi
kolumu ne yapayım, yere mi göğe mi bakayım, selam mı vereyim, görmezden mi
gelmeliyim, mümkünse şu yönetici takımıyla hiç mi hiç karşılaşmayayım kıvamında
pek çekingen, en çömez dönemlerimdeyim.
Halbuki bak, çıkacaktım merdivenlerden epi topu bu 2 katı. Gençliğime yazık. Sırf
asansörü seçtim diye, hem de bu defa Hamdi Türkmen’e yakalandım. Bu kaçıncı
haber toplantısına geç kalışım. Cık, cık.
Kız, diyor Hamdi Türkmen, “Filistinli değil miydin sen?..” Asansörümüz zemin ila
1. kat arasında hantal hantal seyrederken. Pattadanak.
Bu soruya her cevap verişimde kendimi zihnimde bıçakla ortadan keserim. Bir
tarafımın elma, diğer tarafımın armut olduğunu hayal ederim.
Evet diyorum. Babamdan dolayı yani yarı yarıya. Yani yüzde 50.
“- E o zaman Arafat’la röportaj yapsana..”
Hoppala! Tam da 2. katta. Asansörün sarsıla sarsıla, gacur gucur durduğu tam
da ineceğim anda.
Sanki dalga geçiyor ama. Böyle bir laf mı olur ya?
Hamdi Abi’nin gidilecek daha bir katı var. Ama sen de tam da böyle bir cümlenin
ertesinde, nasıl da asansörden karışabilirsin meçhule, şu fani haber merkezinde?


(Bilge Egemen, Yaser Arafat, Ergun Ulcay.. Bu röportaj bir gazetecilik başarısı
olmuştu...)
YASER ARAFAT GERÇEKLERİ
Çıkıyorum asansörden ve kapanmakta olan kapısından içeri, salıyorum son
nefesimi. Sanki can çekişen, cinayeti kimin işlediğini söyleyecek tek cümlelik nefesi
ve hırsı kalmış olan zavallı maktul gibi.
Eğer diyorum Hamdi abi!, gözlerimi kısa kısa, kollarımı doğu ve batının en
uçlarında sallaya sallaya. Randevu alırsam gerçekten yollayacak mısınız beni?
Arafat’a! Acaba söz verebilir misiniz? Bağıra, bağıra. Annesine, haylaz çocukların
topunu nasıl bıçakla patlattıklarını detaylarıyla ağlaya ağlaya şikayet eden ve az
sonra kendisi de tıpkı topu gibi sinirinden patlayacak olan yumurcağın titrek ses
tonunda.
Gülümsüyor. Muhtemelen beni kafaya alıyor. Tabii, tabii sen al randevu. Tronk.
Ağır kapı kapanıyor. Asansörün ışıkları yukarı doğru süzülüyor.
Ben olduğum yerde donmuş ve gözlerimi giden asansöre kilitlemişken, ayların en
hovarda, şıpsevdi ve çiçeklisi olan Nisan o sırada 1992’de.. Oh tarlalar, filizlenmiş.
Keyfi yerinde. Ve uğurlu gelmiş yedi canlı, dört bir yanı çelik kaplı, kurşun geçirmez
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) liderine. O ne suikastlardan suikastlar mı beğenmedi,
kadın kılığında kara çarşaflar giyip, ülkelerden ülkelere firarlar mı etmedi. Her
defasında küçük parmağının tırnağını bile incitmedi. Patlayan bombaların arasından
Hacı Yatmaz gibi ayağa kalkıp üstünü silkeleyip, işine gücüne devam etti. Bir değil,
bütün James Bond’lar birleşseler, senin hayatın mı yoksa benimki mi daha maceralı
acaba adlı bilek güreşi oyununa girişseler, Arafat’ı yenemezler. O denli.
Daha dün gece şöyle söyledi spiker TRT’de, eğer anlatırsam kendi cümlelerimle:
“Pek sevgili izleyiciler, bir süredir kendisinden haber alınamayan ve kum
fırtınasının sarıp sarmaladığı uçağı Libya çöllerine çakılan Filistin Kurtuluş
Örgütü lideri Yaser Arafat’a ulaşıldı. 2 pilot ve 1 mühendisin hayatını kaybettiği
kazadan Arafat, hafif yaralarla kurtuldu.”
Bir sonraki de konuşan kedi ya da bale yapan köpek haberi değil üstelik. Daha o
yıllara gelmemişiz, bültenlerimizi henüz sulandırıp, pullandırmamışız, allayıp,
pudralamamışız düşün.
Haydi bakalım, sen şu üç günlük stajyerden hallice bir çömez muhabir halinle
bütün dünyanın bulamadığı Arafat’ı da bul röportaj yap! Düşüncesi bile buz
kalıplarına sokup dondurur beni. Normalde. Çözülmek üzere 300 yıl sonrasının
dünyasına ışınlar. O derece şok edici. Ama böyle bir normal olabilir mi?
Sudan çıkmış bir balık gibi hem geç kalmış olmanın ezikliği hem de Arafat
şokunun sersemliğiyle (şaka mıydı ciddi mi?) telaşla giriyorum Haber Merkezi’ne.
HABER MERKEZİ TOPLANTISI
Haber Müdürü Yücel Arı tek tek soruyor herkese:
- Sende ne var?
Ne olsun abi, işte iyilik sağlık diyesim var her seferinde. Ama onun
kastettiği şey, haber önerini görelim güzel kardeşim.
Birkaç ay önce gazetedeki o ilk günüm, hayatımın ilk haber toplantısında da tir tir
titremiştim, sonsuza dek hep ve her seferinde titreyeceğimi bilmeyerek. Yerin 6 bin
fersah dibine ilelebet girmek, görünmezlik hapı yutmak istemiştim. Yücel Arı yine
“Sende ne var?” diye sorarken herkese tek tek.
Bir kere haberi nereden bulacağım da önereceğim? Kafam almıyor bir türlü.
Sanıyorum ki haber dediğin, sen yolda avare avare yürürken gökten papuçlarının
dibine düşecek olan bir uçak.
Senin her daim boynunda hazır duran, film rulosu mütemadiyen harcanmamış
makinenle, şak şak şak diye hemen oracıkta fotoğraflarını çekivereceğin, ertesi gün
yaldızlı fırıldak puntolarla, al işte muhabirimiz oradaydı şeklinde gazetenin
başköşesinde boy göstereceğin.
Ama olur mu öyle şey yahu? Yok almayayım, istemem, yüce gönüllüyüm ben
diyorum, buz gibi sular serperek o dağlardan dağlar beğen yüce gönlüme. Bir haber
önereceğim diye de koskoca uçaklar düşmesin. Ölmesin masum insanlar! En iyisi
ben yine toplantıda “benden pas, en iyisi mi biz yine beni geçelim..”
diyeyim. Sırıtarak ama gerçekte içim kan ağlayarak.
Toplantıdaki muhabirlerin yüzlerini tek tek incelediğinde her biri senin gibi
kurdeşen dökmekte sanırsın. İdam sehpasına da yollasan, ağızlarından tek bir
öneriyi söküp alamayacağını. Halbuki onlar ne poker suratlılar. Sıra kendilerine
geldiğinde hiç duraksamadan bülbül gibi şakımaktalar. Hatta 1 değil, peş peşe öneri
üstüne öneri sunmaktalar.
Onlar cömertçe saçtıkça ve sıra sana doğru yaklaştıkça içinden içine doğru
okuduğun duaların, dışına salgıladığın soğuk terlerin hızını arttırırsın. Vitesi kömürle
çalışan puf puf trenden Japon’un fişek gibi hızlısına geçirirsin. Yarabbim yarabbim
dersin, şu yer, artık bir an önce yarılsın, yarılsın da beni içine alsın. Bir kez daha pas
demek zorunda kalmayayım.
KİMLER VAR TOPLANTIDA?
Kimler kimler var toplantıda bir bilsen. Sana sırf ekonomi muhabirlerini saysam
şaşarsın. Günümüzde bile sırf üçüyle, The Economist dergisi çıkarırsın. İncecik
fiziğiyle, tıkır tıkır topuklularıyla gazetede rüzgâr gibi esen, kırmızı ojeli uzun
tırnaklarıyla klavyeyi şıkır şıkır gürleten Filiiiiiz Çiçeeeeeek, sadece gazetecilik değil
biz çömezlerin dertlerini dinleyen, gülüşü içimize işleyen, bir kadının mutlaka iyi
nemlendiriciler kullanması gerektiğini öğreten Eseeeeen Evraaaan. Ve ah Aytaç
(Sefiloğlu) Abla. Maalesef genç yaşta çekip gitti, çok kalmadı bu dünyada.
O yıllarda gazetede stajyer bir muhabir olmak, Çin’de oyuncak fabrikasında
çalıştırılan bir çocuk işçi olmak kadar acıklı ve meşakkatli bir süreçti.
Abartmıyorum inan. Sen gazeteci olacağım diye yırtınırken, ciğerini paralarken
alırlar seni, yüzüne bile bakmazlar, 5 kuruşsuz tepe tepe kullanıp, ilk temizlikte de en
yakın çöplüğe fırlatırlardı. Yani yaşadığımdan değil, fakültemizin koridorlarında bir
perili köşk efsanesi, bir Kemalettin Tuğcu hikâyesi gibi dolaşırdı böyle söylentiler. Bak
filanca İstanbul’daki bir gazeteye gitmiş. Fısır fısır. Çektiği eziyetlerden ince bir
hastalığı yakalanıp annesini kahretmiş. Fısır fısır.
Halbuki biz Aydın Bilgin tarafından seçilmiş 6 muhabir (Handan Çeliker, Saime
Balkır, Turan Gültekin, Coşkun Keskingözler, Fatih Yüzbaşıoğlu) öyle bir debdebe ve
şaşaayla karşılandık ki, biz bile sapıttık. Sanırsın birimiz New York Times’tan
diğerimiz Guardian’dan milyon dolara buraya transferle gelmişiz.
İlk hafta gazetedeki deneyimliler bize gösterilen ihtimamı ağızları açık şaşkınlık
içinde izlediler. Bir yandan da deney fareleriymişiz gibi olup bitenlere şaşıp, kıs kıs
güldüler.
İlk hafta bulduğumuz her fırsatta, yapışık altızlar gibi dolaşmaya çalışsak da,
ayırdılar bizi sık sık.
Daha ilk gün sigortamız yapıldı. Bir öğrenci için hiç de fena olmayan maaşımız
açıklandı. Ellerimize gittiğimiz haberlerde not alalım diye kapağına kendi adlarımızın
yazılı olduğu özel bastırılmış ciltli defterler tutuşturuldu.
Bizim için toplantılar, oryantasyonlar, departman müdürleriyle tanıştırmalar, neler
neler düzenlendi.
MUSTAFA KOÇ HABERİM..
Önceden yapılmış programa göre ilk hafta her birimiz deneyimli bir muhabirle
habere çıktık. Bana ilk gün magazin muhabiri Yusuf Çınar denk geldi. Yürü dedi
havaalanına, niye gittiğimiz konusunda sır vermeden bana. Özel uçakların inip
kalktığı yerde buldum kendimi. Bir adam, özel uçağın içinden o zamanlar için bile
geçkin, eski sayılabilecek bir steyşın arabaya sanki tepsi içinde eşyalar taşıyor.
Çabuk dedi Yusuf abi, git konuş Mustafa Koç’la. Aaaa adam demek Mustafa
Koç’muş, hani nerede şoför, papyonlu uşaklar, kristal bardaklar diye düşünürken ve
tam da yanımdan geçerken ne diyeceğim, neyi nasıl soracağım ya sabır bilemezken
“Şey kolay gelsin size.” kelimeleri döküldü bir vantrolog gibi midemden. “Sağolun”
derken Mustafa Koç, şakur şukur arka arkaya denklanşöre bastı Yusuf Abi.
Sonra da bana tamamdır gidelim dedi. Bu kadarcık mıydı yani? Zaten bak
Mustafa Koç, o eski püskü arabanın direksiyonuna geçip, yüklediği eşyalarla gitti bile.
Leb-i derya zenginlik içinde, sazsız, pırlantasız, uşaksız. Tek başına.
Ertesi gün gazetede gazeteyi elime aldığımda yerli yersiz kahkaha kaçırmamak
için kendimi zor tuttum. Dudaklarımı ısırdım. Bak işte, birinci sayfanın sağ tarafındaki
koca fotoğrafta Mustafa Koç’la aynı karedeydim. Sanırsın saatlerce kıran kırana,
terleten, soyup soğana çeviren bir röportaj yapmışım.
“Caroline Giraud ve Mustafa Koç’un nişan öncesi hazırlıklarında sadece Yeni
Asır oradaydı” minvalinde bir şeyler yazıyor fotoğrafın altında.
Matrak bir meslek bu gazetecilik, sanırım ben bu işi seveceğim diye
düşündüğümü hatırlıyorum.
DAHA DAHA NELER OLDU?
Ah daha neler neler oldu gazetedeki o ilk haftalarımız, aylarımızda. Mesela
Saime’yle, dünyada “Lady in Red” şarkısıyla patlamış ve İzmir’e gelmiş Chris de
Burgh’le röportaja bile gittik. Bak fotoğraf burada işte. Gülüşümüzden belli ki kendimiz
bile inanamıyoruz, içimize içimize gülüyoruz, Chris de Burgh’un fotoğraf çekilirken
omuzuma asker arkadaşıymışım gibi elini koymasına, yaşamakta olduğumuz Forest
Gump’tan daha Forest Gump koşuşturmalarımıza, Forest Gump filmi bile
çekilmemişken henüz o yıllarda. Ellerimizde bizim için hazırlanmış, adlarımızın yazılı
olduğu o lacivert ciltli defterlerle.
Koşuyoruz son hız, çok bilinmeyenli denklemin içinde. İzmir’i Karşıyaka ve
Alsancak’tan ibaret sanırken arka mahallelerle, fakirliklerle, hiç ummadığımız
zenginliklerle, kan ve gözyaşlarıyla tanışıyoruz. Eve benzemeyen evlere girip, sokağa
benzemeyen sokaklarda yürüyoruz. Şık bir davetten gecekonduya ışınlanıyoruz.
Koca koca milletvekilleri, koca koca başkanlar, iş adamları saygıyla selamlıyor bizi,
bana göre biz hayatın dalgasında olan, yarın okuldaki sınavda kopya çekmeyi
planlayan 3 günlük tipleri. Sırf gazeteciyiz diye. Evet evet yemin ederim sizlere,
gazetecilik epey hürmet görür bir meslekti o senelerde. Özal iniyor havaalanına,
ameliyat olduğu için bir şalvar giymiş koş onu izle, Turizm Bakanı Fikri Sağlar tüm
gün Kuşadası’nı gezecek. Git onu dinle.
Okula sadece sınavlardan sınavlara uğruyoruz. Haberden geliyoruz. Habere
gidiyoruz. Evlerimizde hiç görmediğimiz, bilgisayarları kapışıyoruz.
Çektiğimiz fotoğrafların banyosunu karanlık odanın içinde beklerken güm güm
gümleyen kalbimizi elimize alıp, nefesimizi tutarak sonucu merak ediyoruz.
Film koymayı unutmuşsun! diyor karanlık odacı. Bazen şaka. Bazen de gerçek.
Gerçek çıktığında, hemen şuracıkta ölüverseydim de bu cümleyi duymasaydım
diyoruz. O kadar dünyamızın sonu geliyor.
Hayat arsızın tekiydin. Al işte gazetecilik küreklerle besliyor seni.
Faklı alanlarda bir sürü habere gittikten sonra, çektiler bizi tek tek kenara ve
hangi alanda uzmanlaşmak istediğimizi sordular kibarca.
GAZETE GİBİ GAZETE: YENİ ASIR
Eğer bu memleketin herhangi bir köşesinde herhangi bir zamanda gazetecilik
yaptıysan şaka gibi geldi sana, itilip kakılmak yerine bize prensesler ve prensler gibi
yapılan muamele ve sorulan bu son soru. Biliyorum merak etme, anlıyorum seni.
Tüm bunlar Londra tozu yutmuş Aydın Bilgin’in gazetecilik kültürüne getirmeye
çalıştığı yeniliklerdi. Ve ne güzel ki bize denk geldi.
Aman epi topu yerel bir gazete canım işte ne olacak diye de sakın küçümse.
1895’te Dinç Bilgin’in ailesi tarafından kurulmuş, satış rakamları 100 binleri bulmuş,
yaptığı her haberi olay olan, içinden İstanbul ve Ankara piyasalarına ne gazeteciler
yollayan, Sabah gazetesini doğuran, acayip reklam alan bir gazeteden bahsediyoruz.
Gerçekten gazete gibi bir gazeteden.
Neyse Fatih ve ben “politika” muhabiri olmayı seçtik. Hey hey hey.
Akşam eve gittiğimde havamı görmeliydiniz.
Politika muhabiri oldum ben dedim 2.80 havalarda uça uça girerken salona.
Gözlerimi de süzdüm. Bir yandan öteki yana.
Abim Adil göbeğimin kenarının politika muhabiri dermiş gibi ters ters baktı bana.
Annem yine odamı toplamamışım, kıyafetlerimi yerlere saçmışım, kirliyi temizi
ayırmamışım diye fırçaladı.
Babam çekil şu televizyonun önünden ve buz gibi bir bira getir bana
buzdolabından dedi. Ki bu onun en fazla kullandığı cümlesiydi.
Allah cezanı versin tişörtümü sen giymişsin çabuk çıkar diye bağırdı Cem. Bütün
gün aramış.
Bir tek sağolsun Fatih, insaflı davrandı ve konuya ilişkin bir soru sordu, sırıtarak
da olsa:
“White House’ta mı, Lordlar Kamarası’nda mı?”
Odama çıktım. Adet olduğu üzere kasetten arkalı önlü bazen fır fır bir, iki şarkıyı
geriye sara sara, 2 kere Pink Floyd’un The Wall albümünü, 2 kere de Dire Straits’in
Money for Nothing’ini baştan sona dinleyip efkarlandım. Tek bir müzik setimiz vardı
ve gün sonunda güçlü olan 4 kardeşten en güçlü olanın elinde kalırdı. Demek ki bir
gün önce en güçlü benmişim ki benim odamda kalmıştı. Helal olsundu bana. Sonra
bu gazla, yemin ettim kendi kendime dünyanın en iyi politika muhabiri olacağım diye.
Göreceklerdi bu dalgacıların hepsi. Özürler dileyip kapıma geleceklerdi.
ÖPSÜN SİZİ TAVŞANLAR
Gazetemizin politika haberlerine bakan ve her “iyi akşamlar” lafını duyduğumda
“Öpsün sizi tavşanlar” cümlesini hatırlamama sebep olan Uğur İşven, (aslında
sadece bir kere gazeteden çıkarken iyi akşamlar dediğimizde bize böyle demişti,
kendi haberini telaşla yetiştirmeye çalışırken, Handan’la çok hoşumuza gitmişti ve
çok gülmüştük) o kadar centilmendi ki, Fatih’le bana DYP’yi bıraktı. Bundan sonra bu
parti sizin sorumluluğunuzda gençler dedi.
Ve biz Fatih’le her sabah kahveye gider gibi DYP’ye gitmeye başladık. Orada
oturup, çay kahve içtik, sonra gazeteye dönüp partiyle ilgili ortak imzalı haberler
yazdık. Bir süre sonra acaba dedim kendi kendime, yemin etmese miydim keşke? İlle
de ille de politika muhabiri olacağım ve şu evdeki umursamazlara günlerini
göstereceğim diye.
Politika dediğin bir mahalle dedikodusu, bir o öyle dedi, sen şöyle dedin,
yok ben demedim yap bozu.
Sanırım o yıllar DYP ve SHP koalisyonu vardı. Sanırım diyorum çünkü şu sıralar
günümüz dünyasında wikipedia engelli olduğu için dönüp hatırladıklarımın
sağlamasını yapamıyorum. İçim sıkılıyor ve dönüp internette avlanmak içimden
gelmiyor. Zaten sırf bu yüzden bir önceki yazımda 1991 yerine 1990 yazmışım.
Gazeteye başladığımız tarihle ilgili. Handan uyardı.
Bak işte yine içim karardı, yazıya ara verdim ve kendimi geçen gün ziyaretime
gelen ve pembe ojesini bende unutan süslü annemin, pembe ojesini tırnaklarıma
sürerken buluverdim. Ki ben hayatımda hiç pembe oje sürmemişim. Bilmiyorum
neden yaptım bu harekatı, bu pembe oje çıkarmasını.
Neyse pembe ojeler kurur kurumaz döndüm klavyeme.
YAMUK YAPAN ÇIKMADI
Hiç mi yamuk yapan çıkmadı? Sizi kıskanan? Ayağınıza çelme takmaya çalışan
şu bahsettiğin koskoca gazetede? diye sorarsan bana eğer, vallahi de billahi de, iki
gözüm önüme aksın çıkmadı.
Hele hele sonraki yıllarda İstanbul’un gazete ve televizyonlarında havalarda
buram buram uçuşup birbirine tekmeler savuran egoları, koltuk kapmaca oyunlarını
gördükten sonra daha da ısrarla söylerim sana: HİÇ!
Tam da tersine hep, hep, hep yardım gördük. Profesyonellerin kendi aralarında
ne oluyordu bilemem. Oluyorduysa da bize boşanmak üzere olan anne ve babalar
gibi hissettirmediler. Foto muhabirlerinin kralı Ergun Ulcay’ı mı anlatayım önce sana,
yoksa güldükçe yüzünde güller açan, hepimizin hayatını kolaylaştıran ve Saime’nin
onun servisini zıplayarak seçtiği Hürol Dağdeviren’i mi? (Yaşar Aksoy’un Hotu:
Hürol’un soy ismi, Dağdeviren değil, Dağdelen!.. Ayy gülmekten koptum şimdi ben!..)
Katman katman kendinden deryalı bir tarih ansiklopedisi olan koskoca Yaşar
Aksoy’u mu? Abartmıyorum, her ama her konuda uzman Nedim Atilla’yı mı?
Haftamızın röportajcısı, röportajcı olmasını yasaklasan, doğal haliyle Türk filmlerine
jön olacak Ünal Ersözlü’yü mü?
Dış Haberlerimizin biz geldiğimizde ilk müdürü olan ve fakat günlerden bir gün
hafta sonu İstanbul’a ateş almaya gidip geliyorum deyip sırra kadem basan, gül
yüzünü bir daha da göstermeyen, ilerleyen yıllarda Cihangir’de komşum olacak
Kürşat Akyol, ya da nam-ı diğer Riko’yu mu? Ve Riko’dan sonraki dış haber
sorumluları birkaç seneler sonra Türkiye güzeli seçilecek o sıralarda ortaokula giden,
tatilinde gazetemize ziyarete gelen Demet Şener’in abileri Enis ve Ercüment Şener
kardeşleri mi?
Ve gazetenin en parıl parıldayan 3 genç yıldızından ah Süleyman Gencel ve ah
bana sayfa yapmayı ilk öğreten, sonrasında gazeteciliği elinin tersiyle iten, itmese
ortalığı yakıp kavuracağı kesin olan, sorduğunda Küçük Ev, Bonanza ya da Mavi
Ay’ın jeneriğindeki yardımcı sesçinin bile adını ezbere, hiç istemese de gereksiz
başka bir sürü bilgiyi ah işte öylesine söyleyiveren Batuğ Evcimen mi?
Nur ya da Kurti? Onları nasıl unuturum. Kurtuluş Babaoğlu’nun bir tuşa nasıl
sığdığına hayret ettiğim koca koca parmaklarını? O sosisten hallice parmaklarına,
hayatlarımıza yepyeni giren Machintosh’larda nasıl kuğu gölü balesi yaptırdığını?
Ve Recai Seyrek’i. Tüm gazetemizin görsel yönetmenini. Ressam, sanatçı,
filozof. Hangi tarafından tutarsan tut. Yıllar sonra ilk kez çıkan Ufuk Güldemir’in
başını çektiği Star Gazetesi’ni de daha bir sürü bir sürü gazete ya da dergiyi de ilk o
yaptı. Bir daha gazete yapsanız hangi isimlerle çalışırdınız diye sorulduğunda milyon
badirelerden geçen Dinç Bilgin’e ilk ve hep onun adını verdi, söyleşilerinde.
Hatırlıyorsun hepsini. Gençsin çünkü ve algıların çok açık o zaman. Jiletlerle
kazıyorsun her anı, zihnine. Tek, tek. Hiç ama hiç çıkmamak üzere.
Dövmesini yapıyorsun beynine. Çünkü herşey o kadar yeni ve o kadar ilk ki. Ve
hepsini çok ama çok seviyorsun. Yıllarca bir daha hiç bir uzay boşluğunda onlarla
yüzyüze gelmesen de, teyet bile geçmesen de. Her biri binbir farklı fikir ve nehirlere
akıp gitse de.
Sonraki anıların artık bu kadar keskin olmayacak. Ağırlaştıkça ağırlaşacak ve su
üstüne yazılacak.
Çünkü ilk başlangıçlar, ilk aşklar, ilk okullar, ilk adımlar kolay kolay unutulmazlar.
Yeni Asır senin ilk başlangıcın, meslekteki ilk aşkın.
Ana kucağından, ilk gerçek dünyaya atılışın.
İstesen de unutamazsın.
Bu kozmik bilmecede denk gelmeseydin belki tüm bu insanlar denklemine inan
sen değil gazeteci, sen sen olmazdın.
Peki geliyorum ismini zikretmekten en zevk aldığım insana. Gazetemizin Genel
Yayın Yönetmeni Gönül Soyoğlu’na. İster inan, ister inanma.
Daha o yıllarda bizim gazetenin genel yayın yönetmeni bir kadındı. Ve dünyanın
en tatlı yöneticileri sıralamasında halayın başıydı.
Bir kere, bir kere bile ne kızıp bağırdığını duyardın. Ne de birilerini kastığını.
Sabırla ve gülümseyerek dinlerdi seni. Seni ve herkesi. O senin hayatını
kolaylaştırdıkça, dünyanın en iyi manşetlerini getirip önüne koymak isterdin.
Oh be sen de, pembe ojelerinin etkisiyle amma da pembeleştirdin dikenli, çakıllı
bir medya ortamını dediğini duyar gibiyim.


(Belgeselcilikte 1 numara. Bilge Egemen.)
NE SORACAKTIM ARAFAT’A?..
Peki de. Ama bil ki, üç günlük bir muhabir gözündendi bütün bu dinlediklerin.
Bunlar benim kaydettiklerim. Bilemem başkalarının gözünden o günler nasıl
görünüyordu? Yönetici katında, patronlar koridorunda ne hummalı, stresli hikâyeler
yaşanıyordu? Gerçi ilerleyen zamanlarda ben de üstelik iki kere kendimi tutamayıp
hüngür hüngür ağlayacaktım yazı işlerinin göbeğinde.
Ve muhteşem altılımızdan Handan’a yapılan haksızlığı da hiç bir zaman
unutmayacaktım.
Ama daha yaşanmamıştı bunların hiç biri.
Neyse işte laga luga yaparken, sana burada gerekli gereksiz laklaklar anlatırken
bak yine haber toplantısında sıra geldi bana:
Sende ne var dedi, Yücel Arı. Beni hayallerimden söküp, kopardı.
Yani, dedim. Tam da yani ve tam olarak. Kesin olarak pek bir şey yok da. Yani
uçak falan da düşmedi papucumun ucuna. Ama Yaser Arafat’ın uçağı düştü ya. Ve
dün bulundu, ölmediği anlaşıldı, ya hani. Şey.
Röportaj yapacağım ben onunla.
- Floş Royal.
Hayatımın ilk yüksek elini şuursuzca masaya açtım.
Güldüler mi? Eğlendiler mi? Beni utandırmamak için bir belediye, yol haberi
öneriyormuşum gibi sıradan karşılamış gibi mi yaptılar?
Hatırlamıyorum.
Toplantı biter bitmez, gazetenin üç parlak genç yıldızından bir diğerine, bizden
sadece birkaç yaş büyük, yazı işleri müdürümüze gittim. Hepiniz tanıdığınız için onu
tarif etmiyorum. Yılmaz, dedim. Ne sorayım sence ben Arafat’a. Ona gideceğim de
röportaja.
Sonra Yılmaz Özdil, dedi ki bana;
- Merak ediyorum. Türk futbolunu izliyorsa, hangi takımı tutuyor acaba? Bi
sorsana.
Ve ben gerçekten gittim. Tunus’a.. Sürgündeki Arafat’a. Birkaç hafta sonra.
Ciltli defterime alt alta yazdığım, gazetedeki herkesten topladığım sorularla.
(Not: Bilge Egemen, daha sonra gerçekleştirdiği Yaser Arafat Röportajı ile bir
gazetecilik başarısı yaratmıştır. Y.A.)
YAŞA BİLGE EGEMEN
Bu yazınla seni kutluyoruz Bilge Egemen..
Bizim Yeni Asır’dan ve sonra büyük medyadan bir imbat esintisi gibi geçip gittin..
Bundan sonraki yaşamında sonsuz mutlu ve sağlıklı olasın.
Selamlarımızla..